19 Aralık 2009 Cumartesi

sebepsiz


seyrettim kıyıdan, uzaktan geçen gemileri, yıldızlar geceye alışıyorken ben şehre biraz daha uzaklaşıyordum.
İnsanların kirli hayalleri soğuk havada donuyor ve o kaskatı halde bir bir denize düşüyorlardı.
Geriye de kirlenen koca bir deniz kalıyor, hava bir türlü ısınmak bilmiyordu. Sanki bir bulut kümesi temelli gökyüzünün benim bulunduğum kısmına yerleşmiş, orada bir gecekondu kurmuş gibiydiler. Sevimsizdi. Yabancıydı ama bir mecburiyeti varmış gibi de telaşlı . Bu telaş ona kararsızlığı da getirmiş olacak ki, yağan karlar yere düşmeden eriyor. Denizi temizlemeye gücü yetmiyordu .

kayıp şarkılar çalıyordu iki tarafı dükkanlarla dolu caddede.

Otobüs durakları kuru kalabalıklarla doluydu, kalabalıklar hiçlik gibi tanımsızdı, ruhlarını bir masanın üzerinde unutmuşlar ve zihinlerinde sürekli olmadıkları şeyleri düşlerken buluyorlardı kendilerini.

adımlarım sessiz, adımlarım üzgün, adımlarım yalnızdı.
gece karanlığa ilerledikçe, günün de yaklaştığını biliyor ama bunu aklıma getirmekten özellikle kaçınıyordum.
Yitik umutlar çapkın talih kuşları misali sağ sola bakınıyor ama ne aradığını bilmeden yürüyordu. Benim ise aradığım bir şey yoktu. Sorularım da cevaplarım da ceplerimdeydi. Hava o kadar soğuk olmasına rağmen ellerimi o soru ve cevaplarla dolu ceplerime sokmaya korkuyordum.
hayatla aramda bir masa vardı,
o masa da çeşitli dertlerin dosyalanmış halleri,
notlara iliştirilmiş çözüm önerileri,
kırışmış kitap sayfaları,
ve hasretle karalanmış kağıt parçaları vardı.
misal bir notta kübaya gidiyorum,
güzergah hazır,
önce fransaya ordan güneye uçuyorum,
oraya varınca fakirliğini umursamıyorum insanların,
zenginliği örtüyor sokakları
bilmesem de biliyormuş gibi yapmak hoşuma gidiyor,
aynı bunun bir hayalden olduğuna inandığım gibi,
hoşuma gidiyor işte sebepsiz.
zaten dönmek mümkün değil biliyorum
ve gitmek kadar zor değil
ve sokaklarında yürümek.
ipek yolların üzerinden geçen gökkuşaklarında sıla türküleri söylenir. türkülerde hep o vardır.
sebepsiz gider hoşuna türküler söylemek geceleri karanlık yollarda.

geç vakitlerde ev sıcaklığına giden yolun üzerinde
soğuk havaya doğru söylenen
ve bulut bulut göge yükselen sözler
ulaşınca yerine,
yağacak denizler üzerine,
kirlenmekten yorulmuş
balıklar temizlensin diye.

riyakar insanların
donuk kirli hayallerine
karşı elimde bunlar var;
bir solukluk cam ardında
karanlıklar gibiyim.
yetişmek zorunda her şeye ve biraz fazla önemsemek kendini
sebepsiz.
nasılsa kırılgan bir karanlığın
parçası olacağız en fazla

ve bir sonbahar yaprağı süzülürken denizde
özgürleğe yelken açmayı düşleyeceğiz,
sebepsiz.

18 Aralık 2009 Cuma

yaprak

Bir düştür yaşamak

Kurduğun hayaller kadar hepsi,

Bir cama dayadığın başında şekillenir her biri

Denize doğru dökülen ırmaklar gibi gözleri.


Bir uykunun tam ortasında

Mis gibi ekmek kokularıyla uyanmak

Bir anne telaşında

Bir baba güveninde

Bir sözlük dağarcığında gizlenmek gerekir bazen

Denize doğru dökülen ırmaklar gibi aktığında sözlerin.


Bir darağacında ilmekler geçirilmiş boynuna

Henüz daha 16 yaşında hayallerin

Uzanacak ve dalından koparılacak bir elmayı bekleyen eller yerine

Yüreğini tutuyor ellerin.


Yürek kanlı

Yürek hesapsız atıyor

Bir düşün tam ortasında

Alt tarafı masum bir ekmek kokusu

Ciğerine hain bir sigara gibi doluyor.



yokuş


Dik bir yokuş buldum sürmek için motorlarımı,
kaygandı zemin ve ürkekti küreklerim.

titriyordu ellerim,
avuçlarımda yağmur damlaları.

sel almıştı geçmişi,
sığınaktı gelecek.

birikmiş sığ sular,
sıçrayan çamur sessiz
uzaktan geçen farlar kimsesiz.

kirli herkes
köhne bakışlarda,
kendinden bile habersiz.

21 Kasım 2009 Cumartesi

Sis



Cam görünümlü plastik makyajlı
devasa betonların ardında
gri büyük bulutların gölgesi vuruyor
o karanlıklar arasında bir yol
varla yok arası izlerde yeşil bir fil yürüyor,
ağır ve aksak
ve dönerken dünya hissettirmeden
bize ağaçların tepesinde kiraz arattırıyor.
patron görünümlü
şişman kedilerin
parmakları arasında ki kocaman yüzüklerin
konduğu masalarda kaybettiriyor çekirdekleri
eğer ki
sıyrılabilseydi orda ruhum
süzülüp onca yolu
geçip gri bulutların arasından
varacaktı
yemyeşil bahçelerin ardında sislerle gizli
misket kuyularına.
Çünkü gözleri bir şarkı gibiydi
Çünkü “gözleri eski bir deniz mavisi”
Yani yokken ay tepede
gözleri geceden daha derin.
Ve tanımlıyor bilmediği bir ayrılığı biri;
her ayrılık bir cinayettir ve gidenin kalanı öldürdüğü
ve yeniden doğar kalan,
aynı bedende başka biri.
Katil olay mahalline sonradan mutlaka uğrayacaktır
Lakin üzülme seni asla eskisi gibi bulamayacaktır.
Yani sisler ardında
Gizli bir hikayenin
Yansıyan yüzleriyiz;
Biraz karanlık ve pus
Az biraz da bilinmez
Ve özünde ekşi bir melankoli.

5 Kasım 2009 Perşembe

Kasım yolu düz gider.

''deh deyin dostlar benim atıma hep birlikte deh deyin''

Uzun yolculuklara çıkarız, ardımızda bıraktığımız bir yığın telaşlı soru. Yükleniriz hep en hüzünlü sesleri kulaklarımıza, içimizde bilinmez bir şeylerin tarifsiz telaşı.

yeni yollar alır, atlarımızı süreriz dört nala...
belki bir kaçış, belki sadece bir yere varmanın endişesi aydınlatır önümüzü.
büyürüz.*


paramparça olur çoğu zaman biriktirdiğimiz tüm çıkarımlar, yığılır kalır denizin kıyıya vurduğu taşlar gibi duygular.

yepyeni şeyler satın alınır köhne isteklerin çağrısı yanıtsız kalmasın diye ve borç yazılır yarınlar.

Geleceğe yaptığımız yatırımları tartar zihnimiz arkalarda bir yerlerde, günlük akışın sorgulamalarına inat imzalar atılır hiç kullanmadığımız adlar ve soyadlar.
Hayaller kurarız kalabalık otobüslerin yağlı camlarına dayadığımızda başımızı.
Uzun yolculuklara çıkarız, sonucu başlangıcı belirsiz.
ve anlarla ölçmeyiz.
sanlar süsler gözlerimizin önünü. yaşarız başkalarının hayatlarını kendimizinmiş gibi.
Filmlerin, romanların kahramanları bizim hiçbir zaman olamayacağımız şeyleri sunar bize,
biz ise kendimizi o atfederiz bir kaç kısa öykülük.
Şimdilerde ise bambaşka bütüm yolculuklar. Bir yol hikayesinin tam başladığı yerde işte durmakta yazar. Her şey soğuk bir kasımda başlar.
Kasımdı aylardan, titreyen yaprakların kendilerini özgürce bıraktılarında boşluğa, o an özgür olduklarını sandıklarında yer çekiminin ve rüzgarın amansız iktidar çekişmesinin bir kurbanı olduğunu düşünmemeşti bile yaprak.
Önceleri rüzgar tüm ihtişamı ile sürüklese de diyar diyar zavallı yaprağı, güçlü yer çekimi galip gelmişti sonunda ve sıkıştırmıştı bir taşın arasına, bu toz pembe kristal esinti ve gri yer çekimi gittikçe zayıflatmış ve kurutmuştu yaprağı.
Rüzgar doğru zamanı bekliyordu saldıraya geçmek için.
Ama bunun yaprağa hiç bir faydası olmayacaktı malesef bunu yaprak da biliyordu.

Başkalarının oyununda bir figüranlık hepsi o, onun sandığı kaderinde, bambaşka hayallerde kahramanlık metiyeleri vardı oysa ki...

Ah yağmurlarla kaplı Kasım. Ne yollar yıkadın bakalım?

Dünya bir keşmekeşin tozlu ve rutubetli sahnesi, uzayda ki o hissiz sessizlik ise kıvrılmış keman tellerinin vurucu sesi.
ve insan hayatı; eşiksiz bir kapının düzayak odalarından merdiven basamaklarına geçiş sanki.
bütün hepsi bu.*

Hastalıklı öksürüklerin, kalabalık ve alık insanların, ölümcül telaşların şehvetli tutkularıyız. bizi öldüren her şeye bizi yaşatsın diye sarılmak bizim tüm hikayemiz.
Aşılar vurur kendimize antikorlar üretmemizi bekleriz. Değiştirdiğimiz genleri yiyip, işlediğimiz suları içeriz. ve sonunda pür pak doğal olmayı bekleriz. Ciğerlerimize çektiğimiz havayı filitreleyip gazete kağıtlarında ki mürekkeplerle sarmalanırız, bizi ısıtsın diye giyindiklerimizi derimize işleriz.
arada, pamuklara sarılmış fasulyeleri minik bir tabakta bekletir bir iki damla gözyaşı ile masum sevgiler yetiştiririz.
tüm güzelliği ile bize geriye kalanda bu olacaktır avuçlarımızda.
karşılıksız bizi sevenleri üzmekten çekinmeyiz. oysa ki pişmanlıkları ayaklarımıza bağlar, denizlerin derinliklerine atlarız ve su yuttukça daha bir hırsla kulaç atarız. gidip gelmek ve tutunmak bir dalın dikenli uçlarına, kanayan parmakların hislerinde yaşadığımızı anlarız.

Tüm bizi öldüren şeylere inat yaşamak,
boyun bağlı köleler diyarında kaldırım taşlarının ardında kumsalların var olabileceğine inanırız ve şehri hep uzaklardan izleyip, ait olacak bir limandan vazgeçip, tutsak hayatların özgür düşleri olmak yanılgısında yüzeriz.
ve bir duruşla dünyayı değiştireceğini ümit edip, aksayan kaderle geçilen dalgalar yürütür bizi...
insanlar ; şanslı doğanlar,
şanslarını söküp alanlar,
ve şanslarına lanet edenler.
bir çukurun yağmur birikintileri gibi hangi tekerleğin düşeceğini bilmeden çıkan kabarcıklar kadar her şeyleri insanların.
biri geçer tekerleğini patlatır,
belki biri yalnızca su sıçratır,
birçoğu geçip gider
ama biri mutlaka düşer.

düşmeyen, düşse de kalkıp devam eden ve yol aldıkça keyiflenen, keyiflendikçe etrafını keyiflendiren, tüm bunları yaparken sevdiklerinin mutluluklarından ve sıhatinden emin olanlardan olmak. ne güzel olur değil mi!

hancı

biraz daha kahlua?
atıma da su.

yolcu

bu senin hayatın buyur.
ve sür atını karanlık yollara.

o derin karanlıkların arasında gizli güzellikler ancak senin bakışlarınla aydınlanıp ortaya çıkarlar unutma.

hadi eyvallah.

21 Ekim 2009 Çarşamba

Değirmenler


zaman düşer ellerimden yere
oradan tahta boşa
saatler çalışır izinsiz hep bir sonraya,
resimler sarı güneşsizlikten, duygular değişir
dostlar dağılır dört bir yana, kendi yollarına

ve sen ben, değirmenlere karşı
bile bile birer yitik savaşçı,
akarız dereler gibi denizlere,
belki de en güzeli böyle...

uçurtma uçar sözlüğümden,
geri gelmeyecek bir kuş
yaşanmamış kırıntılar
sadece bir düş...

don quijote aşık olduğunda dulcinea' ya ve dört nala sürdüğünde umutlarını dümdüz ovalara,
sancho panza'ya dönüşen yüzünü yıkadı bir soluk almak için durakladığı gölün yanında.

aşık olduğunda çiçekleri kopartmadı toprağından ve uzanmadı elleri elmayı almak için dalından.
düşler gördü ay ışığın beyaz duvara vuran yansımasından ve öyküler anlattı denize ve sorular sordu cevaplarını anlamasada dalgalardan.

trenler geldiğinde gara
vurdu saatler gece yarısı
yani hasret geçe taşları,
ezildi bozuk paralar titreyen raylarda
ilk nasıl başladığımızı bilemediğimiz bir yolculuğun
son durağı idi haydarpaşa.

ve duvarlarda öfkeyle yırtılmış afişlerin arasında
kırmızıya yazılmıştı hayat;

''çalındı en güzel şarkılar
ve karıştı karanlıklara uykular.''

kaldırım taşlarının ardında kumsal aramak
çok eskilerde tellere asılı kalmış
bir şeytan uçurtması uçurmaktı.

sonra o güzel kıza yaklaşıp,
büyük bir heyacanla
güneş gibi parlayan ipek saçlarına
leb ile dokunmak
ardından tüm renklerini atıp
deryalarında boğulmaktı.

don quijote farkındaydı yel değirmenleri ile olan savaşın kazananı olamayacağının ve yazdığı sözleri dizdi bir ipe, ipleri serdi dallar arasına ve sallandı çocukluğu.
ayakları yere vurdukça büyüyordu.
ve eskiyordu ayakkabıları.

yollar bir kalın nota gibi hep yüreğinde atıyor,
asfaltın kaynayan taşları
her seferinde ayaklarına yapışıyor
sürüp giden zenginlik alametleri
farikasını gösteriyordu
sen ve ben olamıyordu
aynı restorantın farklı masalarında
hesaplar hep önünde eğilen
pençe divan
soysuzlarca görülüyordu.
aşınan dudakların
öptüğü ellerdi
saygı
ve düşen bir adamın elinden tutmamaktı erdem
bir masal ki
geceler gün gibi aydınlandı
yalanlar satır satır doğru diye yazıldı.

hatta en çirkin yüzler için;

güzelsin
bir camekanın ardında
albenili ışıklarla etrafı süzersin
güzelsin
bir şiir gibi kafiyeli bakar gözlerin.

dizeler düzüldü.
Kervan nasılsa yola çıkmıştı.

trenler geldiğinde gara
vurdu saatler gece yarısı
yani hasret geçe taşları,
ezildi bozuk paralar titreyen raylarda
ilk nasıl başladığımızı bilemediğimiz bir yolculuğun
son durağı idi haydarpaşa.

don quijote yola koyuldu, ovaların ortasında ki gölde uzun uzun düşünecek, dağların engin ve sarp uçlarından yeryüzünü izleyecek, kuşların kanat çırpışlarını duyup, güneşe doğru yüreyecekti...

-karşısına çıkacak yel değirmenleri mi?
-şimdi onlar düşünsün!

15 Ekim 2009 Perşembe

Atlantis’de Titreyen Bir Sonbahar.


Bu vakitlerde, göğü aydınlatan şimşeklerin, avazı çıktığı kadar rüzgarları çağırdığını ve kapıları çaldığına tanık oluyorum. Ağaçların dalları zor tutuyor ayrılmak istemediği o sap sarı solmuş yaprakları, bir daha ki buluşmaya kadar üzgün ve kırgın her biri, son bir halde kızgınlıklarını savuruyorlar sonbahara...

Sonbahar, sarının diğer adı.

İki küçük köpek yavrusu geziniyor sokaklarda, yitik yapraklar arasında belki bir kaç lokma ekmek aradıkları, yahut ne için orada olduklarının anlamı...

Hava kararıyor uzaklardan başlayarak vuruyor gölgesi devasa beton binaların yürüdüğümüz yolların üzerine, adımlar gizleniyor, bir sonraki hep bir sır olarak kalıyor.

Belki de budur bizi tutan bu yaşam sandalının içinde nice fırtınalardır yelkeni rüzgara çevirip yol aldıranlar.

Gidenler, kalanlar…

Upuzun yol çizgileri gibi dizildi gözlerime anılar, hiç biri sollayamıyor diğerini ve konaklamaları bir vakitlik değil bir solukluk oluyor…


Bağ bozumlarının kokularını sürüklüyor rüzgar,

Güz rengi şarapların hüznü,

Yanık tenli omuzların ise yüzde kauçuk bir gülümseme yarattığı mevsim.


Sonbahar,

Göçen kuşlara sallanan bir mendil.


Ardından bakılan ve saatlerce kıpırdamadan durulan sevgilinin,

bindiği kağıttan uçağın adı.


Uzak diyarların

Haritalarda ülke adı aldığı zamanlardan

Kaleme hüzün dolan uçlarla işaretlendiği

Gidilmek için harcanan çabaların yerini

Geriye gözlerde sollamanın yasak olduğu çizgiler bıraktığı mevsimin adı.


Yerinden kalkıp pencereye bir adım daha yaklaş, bir kapana kısılmış ve özgürlüğünü ararcasına duvarları döven perdeni arala,


Birazdan yağmur başlar,
Senin üzerinde
uçuşan kırmızı bir elbise var.
dağılmış saçların düşmesin gözüne
hepsinin suçlusu bu rüzgar.


Kırmızı, şarap kırmızısı
Bağ bozumu vaktini iyi bilir

Kuşlar.

Ve son ümitleri,

çıkmadan evden biraz evvel,
korkusuzca giyersin üzerine.


Kırmızı göğe karışırken,

Uzaklar alabildiğine mor.


Perdeyi kenara çeker, dışarı son bir göz atarsın. Bulutların bir yorgan gibi göğü sarmaladığı vakit vücudunu kaplayan üşüme, uzatır yorgun bacaklarını yatağa.

''Muhafaza altına alınmış bir kalbin,
gümrükte kalmış akıbetiyiz,
bu aşamada talep edilecek
hiç bir şey yokken,
lodostan esen rüzgarın
ağrıyan başlarla
esiriyiz.'' der,


''Mevsim sonbahar, sonrası kış, ardı ardına söylenen bir şarkı gibi çağlayacaktır ilkbahar. Ardından gül yüzlü sevgili gülüşü gibi kavuracak yüzünü yaz mevsimi.


Biz ise yırtık kağıtların, tanımsız cümleleri..

Ve bildiğimiz birkaç düşe olan bağımızla

Tutunuyoruz hayata.


Ve aslına bakarsan;

Yani tam olarak değil ama kıyısından bir tanımla,


Hayat alabildiğine yaramaz bir çocuk
Bizse dağılanları yoluna koymaya çalışan ebeveynleriz.

Her seferinde denize varmaya yeminli akarsular gibi

İçimiz çağlar derinlerde,

Dışımız kayıp bir kıta. ''


diye ekler.


Perde kapanır,

Soğuk ellerde hapsolur.

10 Ekim 2009 Cumartesi

Yarım


Şimdi ellerimi açtım iki yana

Kucaklıyorum özlemle rüzgarı

Başımı hafifçe öne eğdim,

Aşağısı deniz,

Üstümde ötüşüyor kuşlar

Ve gökyüzü uçuk bir mavi.


Kapıyorum gözlerimi

Sımsıkı

Alabildiğine karanlık etrafım

Güvenmiyorum bu kez boşluğa.


Az ötemde martılar var

İsyan eder gibi ama anlamsızca

Çığlıklardalar,

Ve biliyorum tüm güçleriyle kanat çırpıyorlar.


Bir adım daha atsam

Çizgideyim.


Sonrası?

Sonrası yok.


Gözlerimi açıyorum

Başımın altında yumuşacık bir yastık,

Üzerimde nevresimsiz bir battaniye.

Etrafım sıcak

Burnumda anne kokusu

Kulaklarımda acıkmış karın uğultuları.


Ayağa kalkıyorum

Dört nala bir at gibi

Durgun nefesimin

Son hamlede açılmasını bekliyorum.


Sonra gözlerim kararıyor

Düşüyorum sanki

Bir anda soğuyor hava

Ellerim üşüyor önce.


Rüzgar her iki yanımda

Anlamsızca oyunlarda ki küçük çocuklar gibi,

Kimseleri umursamadan geçiyorlar

Ardında ben.


İçimde bir şeylerin boşluğunu

Dolduruyorum korkuyla.


Sakın uyandırma diyen bir ses

Kulaklarımdaki basıncın yerini alıyor.

Gözlerimi açıyorum

Güneş gibi pırıl pırıl parıldayan bir çift göz,

Ah ne güzeller

Ve ne de masumca bakıyorlar bana.


Teslim olmak istiyorum o an

Tam o an,

O sese bırakıp kendimi

Belki bir müzik ezgisine

Yahut yalnızca bir notaya dönüşmeyi umuyorum.


Bir daha kapıyorum gözlerimi

Gözlerimde ki karanlığın ardında

Hala o pırıltının izleri,

Ah nasıl bırakılır ki.

Acıyor artık gözlerim

Dayanılmaz bir hal alıyor

Evet belki bir daha hiç açmamalıyım.

Hem kim umursar ki gözlerimin rengini.


tuzlu deniz, beyaz martılar, ılık rüzgar

zaten hepsi şuan yanımdalar.


Hızlanıyorum

Düşerken,

Düşüyorum

Rüzgarla yarışır gibi bir hızla.


Belki biraz gevşetebilsem göğüs kafesimi…


Part 2


Sert bir yere vuran cismin sesi ile irkiliyorum.

Ancak başka türlü bir irkilme bu,

Tüm bu ağırlığı vücudumda hissediyorum

Parmaklarım daha çok üşüyor ama

Göğüs kafesim rahatlıyor

Gözlerimi bir kuvvet açayım diyorum

Kulaklarımda hatıraların tanımsız uğultusu var.


Bu vakit üşüyüp üşümediğimi de bilemiyorum

Ama artık bunu umursamak gelmiyor içimden.

Biliyorum yalnızım bu an

Her neredeysem ve her ne haldeysem.


Gözlerimi açmak istiyorum bu sefer,

yapamıyorum.



Son bir kuvvetle sözler diyorum

Dökülün dilimden,

Kendi sesimi duyamıyorum.

Olmuyor.


İçimde bir boşluk oluşuyor

Onu korku ile dolduruyorum.


Bekliyorum ve korkular ekliyorum uç uca

Ne kadar zamandır

Bekledim bilmiyorum

ama uzaklarda bir deniz serinliği

hala hissedebiliyorum.


Bir an açmak için gözlerimi,

atılıyorum öne

tüm gücümle.

Yarıyorum buluttan geceleri

Evet her yer mavi,

Gördüğüm tastamam bu olmalı.


Az ilerde martılar

Sevinçle bağırıyorlar bu sefer sanki.

Güneş ah o güzel ışık

Ne de güzel gülümsüyorsun

Ve ne çok özlemişim seni


İçimde bir boşluk daha

Özlemekle dolduruyorum bundan kelli.

20 Eylül 2009 Pazar

why am i warm in the shadows of paris


düşler,
bir çocuğun kırık kollu oyuncağı gibi
buruk.

düşler
bir kitabın yarım kalmış sayfası gibi
eksik.

düşler
boğazdan geçen gemiler gibi
büyüyor yaklaştıkça

düşler
her seferinde son bir bakış gibi
kaçak.

düşler
gülüşlerden düşen bir hüzün
çok uzaklarda yağan bir yağmur kokusunda konaklayan misafir.

düşler geçmişe yabancı
hep gelecekten tanıdık
kalbinden eline damla damla
ve rengarenk düşen
buruk
eksik
ve kaçak
düşler.


Çok çabuk değişiyor hayatlar, içinde bulunduğumuz anda anlayamadığımız bir çok şey gibi adapte olmaya çabalayana kadar yenisi beliriyor. Tutunacak dal niyetine sarıldığımız çoğu zaman gerçeklerden uzaklar oluyor, misal düşler...

bazen en masum anlara tanıklık ediyor düşler,
bazen en hınzır duyguların günahı oluyor.
kimi zaman yerin yedi kat altına atılan bir tohumun dönüşümü gibi cesaret verici; lavlar arasından katman katman açmaya çalışan bir papatya gibi.
ve, ya çıkarsa ihtimalleri üzerine kuruluyor hayaller.

kimi zaman gökyüzünü kaplayan bulutlarda aranan bir anlam oluyor düşler,
şanslıysak renklerin gözümüze oynadığı ıslak ışık oyunlarına kapılıp bizi sarmalamalarına kendimizi bıraktığımız,
şefkatle ve usul usul...

düşler, parıltılı yaşamların
ışıksız evlere vuran gölgeleri kimileri için.
yokluğun hayati anlamda ifade bulduğu,
ve insanların sofralarında ekmek arası umutla karınlarını doyurduğu.

kimileri için düşler, selin alıp götürtüğü ve usulca denize teslim ettiği hayatlar gibi ruhların uslarına tam o an son kez düşenlerdir,
çoğu kez her bakımdan zor geçen günlerde bir kaçıştır bir anlığına dahi olsa, düşler...

düşler,çoğu kez başkalarının yanlışlarını ve hatalarını bizzat ödendiği zamanlarda, kişinin tüm olan bitenden kendini sorumlu hissettiği garip psikolojik bir algısal hal bütünüyken, en basit ifade ile bir gökkuşağının tam ortasında bulunmakta olabilir.

düşsel bir fotografın
üşengeç gözlerde ki
anlık kaçamakları düşler

kimi zaman ve kimi hallerde
kimilerimize sunduğu hayatlardır düşler.
varla yok arası
yokken var olasıdır düşler...

27 Ağustos 2009 Perşembe

ay karanlık...


Çok dağınık hayallerin kadınıydı
Bir bulutun üstünde bütün dünyayı dolaşabilirdi
Sevgi sözcükleri onun için yazılmış
Tüm şarkılar ona söyleniyordu sanki,
Hiçbir kötülüğü içinde barındırmaz
Penceresi hep sonsuz bir pembeliğe açılırdı.

Çok dağınıktı saçları
Rüzgarda alabildiğine saçılırdı
Yani bir mısır koçanı gibi parıldardı
Bir özgürlük türküsü gibi kafiyeli
Bir yağmur gibi inatla üzerine yağardı.

Çok büyüktü gözleri,
İçinde okyanusları barındırır
Gemileri yüzdürür,
Balıkları beslerdi.

Çok manidardı sözleri
Bir uçurum kadar sonsuz,
Boşlukta bırakırdı kelimeleri.
Ve düşerken o uçurumdan
Yine kelimeleri tutardı elleri.

Çok güzel bir kalbi vardı
Sevgisi bir uçurtma,
Bir uçan balon,
Bir tür pamuk şekeri idi.

Çok güzeldi,
Sular onu kıskanır
Yıldızlar ona göz kırpar
Kuşlar her seferinde
Dönüp, dönüp ona bakardı.

Hiç şımarmaya mecalim yoktu,
Ve annesinin eteğine sarılan bir çocuk değildim hiçbir zaman,
Canım çekse de o şekeri sevmem der,
Uçurtmayı gazete kağıtlarından yapar
Ama hiçbir zaman uçurmayı başaramazdım.

Akıl bu ya,
Uçan balon yerine bile
Sıradan balonların içine uçabilsin diye
Hasretle sigara dumanı üflerdim.

Çok hayallerim vardı.
Hepsini bir, bir ipe assam
Süzülüp gitmelerinden korkardım.
Bazen dalıp gider
Yemek yemeği unutur,
Elimdeki kaleme aldanırdım.

Bir gemiye atlayıp kürekler avucumda
Karanlık denizlere çekerdim dalgaları
Ay’ı rotam belleyip
Saatimi ışıklara göre ayarlardım.

Ay karanlıktı.
Geceler hep mavi.

Kavuşulacak çiçeklerdi aslanağızları,
Sarı gövdeye konulana dek
Arılar gibi hızla kanat çırpıp
Nefessiz kalıp yine de durmamaktı.
Tüm yollardan geçip
Kaç durak var saymadan
Ağırsa hayalleri atıp
Yanına varmaktı mesele
Yalnız,
Boş
Ve kupkuru olsa da,
Düş benim düşümdü
Gece benim,
Mavi benim.
Ay benim.
Ama en çok ağustos ben.

20 Ağustos 2009 Perşembe

Mektup


Yürüdüm,
taştan yolların ince çizgilerine basmadan yürüdüm, küçüklükten kalma bir oyundu bu benim için, ne zaman zihnim dolu olsa bunu yapardım, sanırdım ki o çizgilere basmadan ne kadar uzun bir yol alırsam o kadar başarılı olacaktım, aklımda ki soru işaretlerini ters çevirip birer salıncağa dönüştürecek ve orada uyuyana kadar sallanacaktım. Bacaklarım gökyüzüne değene dek sallanmak ve rüzgarla arkadaşlık etmek ne de güzel olurdu yıllar sonra yeniden...
Hava yavaştan kararıyordu, uzaklardan, gittiğim yönde hafif bir kırmızı yayılıyordu, karanlığa dönüşecek bir kırmızı ürkütüyor olacak ki kuşları hep ters yöne uçuyorlardı, aksine ben ışığa uçuşan böcekler gibi o yöne doğru gidiyordum. Bunda evimin yolunun aynı istikamette olmasının etkisi olduğuna hiç girmek istemiyorum.

Yürüdüm,
son bir kaç basamak daha ve işte yıllardır önümde bir set olan o tanıdık demir kapı, az sonra içeride olacaktım ve bırakabilsem bir yük gibi taşıdığım o iki tarafıda açılabilen yüzsüz çantamı, sokmasam içeri tüm huysuz anılarımı diye düşünürken ilişti gözüme kenarları sarı ve hafiften kırışmış zarf.

Üzerinde ismim yazıyordu, adımı bir diktörtgen kağıt üzerinde bu şekilde okumayalı uzun zaman olmuştu, bu bir mektuptu. Hiç nefes almadan zarfa yaklaştım, ben yaklaştıkça zarf küçülüyor ama üzerinde yazılı ad daha bir büyüyordu.

Yürüdüm,
ismimin yazılı olduğu o kenarları sararmış beyaz zarfa doğru yürüdüm, mavi tükenmez kalemle yazılı adıma doğru yürüdüm...

Elimle tuttuğumda içimde ki heyacan adı verilen hormonal dalgalanmayı daha kuvvetli hissediyordum. Sese duyarlı sensörlü aydınlatma sönüp beni zarfla karanlıkta başbaşa bırakana kadar, ne denli sessizce hareket ettiğimin farkına varmamıştım. Zaman bile bu sessizliğe ayak uydurmuş olacak ki dönüşünü yavaşlatmıştı. Zarfı alıp kendimi, dairemin içine attım.
İstanbul'da bir apartman dairesinin en üst katından bile İstanbul'a tepeden bakmanın mümkün olamayacağını öğrendiğim evimin içine girdim.
Usulca koltuğa oturdum, kravatımı gevşettim, ceketimi bir daha hiç giymeyecekmişim gibi fırlattım.
Tek düşündüğüm artık basmamaya çalıştığım o taş yolların yoksul çizgileri değildi, ya da biraz daha yüklensem kendime, ters çevirip salıncak yapabileceğim soru işaretlerim de değildi. Bu garip mektubu tutmanın, sevgilinin sıcacık, minik ellerini tutmak gibi olduğunu bilemezdim. Hızlı ama emin bir şekilde açtım ucundan mektubu.

Açtım,
ve sessizce aktı kelimeler ellerime...

Ne için düşünmek günü,

Ve ne için yaşamak sordun mu?

Bir cevap aramak için feda etmeli mi hayatı,

Duruş nedir, ve nedir mutlu kılan seni?

Bir çığlık gibi yankı bulan içinde kimin nefesi

Tanıdık mı yoksa değil mi,

Ve sen nefes almaya ne vakit başladıydın

Ne vakitti en son başın dik yürüdün.


En son ne zamandı bir merhabanla aydınlandı yollar,

Ve dönüp başını çekip aldın istediğini.

Yıldız olarak bildin

Baş üstü ettiğin,

Gökyüzü bir tabakadan mı ibaret,

yoksa sonsuz bir örtümü

üstüne örttüğün.


Kimsin sen

Tanıyor musun hüznü

Nedir bilir misin mutluluk

Elinde bir tomurcuk

Bekledin mi hiç açmasını gülün.


İlk ağladığında

Sana sunulan anne koynu

Hasret miydin kokusuna,

Ciğerinde ki ilk hava mı yoksa

Korkuna sebep bunca zaman.


Hoş geldin oğlum

Yeni bir dünya

Seç bir yol

Kısa veya uzun.


Düşün bil ve öğren

Hayat bir okul

Sen hep bir öğrenci

Eğer bir soruya sahip değilsen

Yoktur bir cevabında.


Soruların olmalı

Ve sana sorulanlara bir cevabın.


Bilmeyeceksin kimi zaman

Nedir kimdir bu karşına çıkan.

Fakat korkma,

Ürkeklik yalnızca bir dağ ceylanı yüreği.

Gülüşün ise masmavi bir deniz.


Tıpkı özgürlük gibi.

Tadı tuzlu, rengi mavi.


Sözün yoksa söylenecek,

Değmesin dilin dişlerine.

Ve dudakların öpmeli sevgiliyi,

Usulca bir bebeği koklar gibi

Masum,

Bir anneyi kucaklar gibi,

Mis,

Bir babanın yüreği gibi,

Güçlü.


Bir kayık olursun kimi zaman

Denizin ortasında yalnız .


Ve çaresizsindir,

Limanlar ışıksız

Gökyüzünde yoksa tek bir yıldız.


O deniz gülüşündü unutma,

Masmaviydi rengi,

Gökyüzü bir örtüydü,

Üstünü örtemese de girip altına gözyaşlarını örttü.


Bir ışık yoksa hala limanda

Ve tek bir yıldız parlamıyorsa,

Sen ışık ol,

Ulaş yıldızlara,

Denizler güldükçe yıldızlar parlar unutma.


Biri sığınmışsa sana,

Dürüst bir el arıyorsa alt tarafı

Fakat ne istediğini bilmiyorsa,

Anlat ona dünyanı,

Çevirme geri,

Zaman dediğin akıp giden bir yoldur,

Çizgileri kimi an seyrek, kimi sık.


Bir sessizlik olduğunda,

Kalp atışının, tik taklarını duyarsan dinle.

Özgür bildiğin kelebek bir tırtıldı alt tarafı,

henüz çıkamadan kozasından,

Bazen kozandan çıkana kadar bekle, sende.


Herkes üzerine geldiğinde

Yenilemek için kendini,

Kaçacak bir yer aradığında;

gemiler gibi ol,

köpük köpük dalgaları al alabildiğin kadar altına,

bil ki,

Delik bu dünyanın dibi

Ve su akıtıyor altından.


Her neyse ne şekilde unutulur derler aldırma,

Ağırlıksa unut gitsin,

Taşıyabileceğin kadarını al yanına.


Ve en çok,

Gözlerin oğlum gözlerin,

Anlatmalı seni.

Her zaman.

Sevmeye,

Hep gözlerden başla.


İmzasız satırların ardında gizlenen büyük bir dünyadan, yeryüzüne düşmüş gibiydim, şimdi o dipsiz kuyuya düşen alice'i ve beyaz tavşanı takip etmenin ne demek olduğunu daha iyi anlıyordum. Zaman denilen kavram bizim algıladığımızdan çok daha farklı olabileceğini, sıralamayı bizim algılamamızı kolaylaştırmak için başlangıç ve sonuç döngüsü içinde tutulduğunu, belki de geleceğin, geçmişin elinden sımısıkı tutan bir baba-oğul, yahut şefkatli birer sevgili gibi elele ebedi bir yürüyüşte olduğunu... Aslında bunu üzerine hiç düşünmemiştim.

Oyunları ve masalları yastığımınla gizleyeli uzun zaman olmuştu...

Bir solukta okuduğumda mektubu, zamanın bu sefer nasıl dört nala düz ovalarda koşturan atların ayakları altında geçtiğini farketmemiştim. Bir bebeğin tanımsız seslerinden ibaretti hayat ve anlamlar yükleyen bizim o uslarımız en çok aldatanlardı yine bizi.


Mektubu elimden bıraktım, oturduğum yerden bir çırpıda kalktım, başım dönüyordu baktığımda pencereden, ulan yine İstanbul batırdın güneşi, ne vakit özlettin kendini ay, bekle bekle biraz daha, bahara ne kaldı, sonrası yaz, uyumadan hemen önce oradayım nasılsa...


11 Ağustos 2009 Salı

...YOLDA...

Bir yolculuktu, virajlar da vardı, uçsuz bucaksız düzlükler de, sağında parsel, parsel tarlalar, solunda batan bir güneş, denizin üzerinde birazdan belirecek ay, fonda içli bir müzik,sanki her şey o an peyda olmuş, her şeyin bir anlamı varmış gibi kurulmuştu...

güneş batmış ay doğmuş yıldızlar karanlıkta ki yerlerini almış, ağustosun sedası, gök kubbeye yayılmıştı...


Bir yolculuktu bu fakat;


İstemiyorum

Yolcusuz yolları

Taşları yığılmış dizilmemiş

Kaldırımları.


İstemiyorum

Susuz çiçekleri

Güneşe hasret kalmış

Dalları ise kırılmış ağaçları.


İstemiyorum

Yorgun rüyaları

Sabahları demlenmemiş

Çayları katık yapıp uyanmayı.


İstemiyorum

Boş odaları

Boş konuşan kutuları

Ve huysuz kurulmuş saatleri.


İstemiyorum

Uzak yakınları

Bir nefes kadar yakın

Kül rengi dokunuşları.


İstemiyorum

Veda etmeyi

Sende bir hoşça kal var

Benim söylenmemiş sözlerim.


İstemiyorum

Son bakışını

Ellerin tutmasa da ellerimi

Tutuyor ömrüm yollarını.


Henüz başındayken yollar bitip bilmek bilmiyordu, zaman bir kum tanesine dönüşüp, süzülüp denize karışırken;


Kimsenin bilmediği sokaklarda saklandım

Ruhların yakıldığı yerlerdi

Ve bir mengene gibi sıkıştırılırdı düşler.

Üzülmenin bir anlamı olmadığı zamanlarda saklandım

Yokluğun varoluş olduğu yerlerdi

Ve bir bulut gibi yumuşaktı karşı duruşlar.

Kimsenin gülmediği odalarda

Dudak ucu kıvrımlarını yukarıya çektiğim yerlerdi

Ve bir mandalla tutturulurdu hikayeler dillere.

Bazen yanar döner meyvelerdi masaların üstü

Geç kalmış adımlarda yürünür

Oturulacak yerler önceden hep belli olurdu.

Söylenecek sözler anlamsız

Kurnazlık bir meziyetti.

Hileli oyunların

Enayi görünümlü çakalların

Ve her zaman kaybetmeye mahkumların masasında

Yıpranmamak için aklımı hep girişe astım.

Ve söylenmemesi gereken son sözler

İlk söylediklerimdi.

Her şeye ve herkese inat

Yazdım

Kuşların gökyüzüne sevdalarını.


Kalemin son bir kaç satır daha yazacak mecali kalmayınca bir solukluk yanaştık sağa, hırıltılar gelirken arabada, önümüzde hala alınması gereken yolların belli belirsiz silueti kucaklıyordu sevdayla...


o sırada bir başka yolcu, İbni Batuta'nın sözü gelir akla;


"ne sohbetiyle ferahlayacak eşim ve dostum ne de beraber yürüdüğüm bir kervan vardı."


ve ekledi diğeri, ama gidecek yollarım hep vardı...


Yol önünde bir çamaşır ipi gibi uzadıkça, hayaller mandal olur, anıları kurusun diye bir bir asar yolcu,

ve aynı yolcu yola sevdalı, varacağa yere özlemlidir her zaman...


Biliyorduk ki;

Önce çocukluk;

Küçük şeylerle mutlu olabilme zorunluktu.

Sonra gençlik;

Bulutlar o kadar da yumuşak değildi öğrendik,

Parlak yıldızlar

En karanlıkta dikkat çekermiş bildik.

Bilmem yanlışlık mı, ölüm mü, beklemek mi ?

Bir an için ilk fırsattı, günebaktık

Gözümüz yandı.


Başımızı eğmeyince önümüze,

Bizde keyfimize buyruk yaşadık

Burukluk kabul görüp saygıyı

Dönemediğimiz zamanlardı

Özlemler,

Hep kendimizi buna inandırdık…


İlerledikçe geriye dönüp bakmalarımız azalmıştı, belki gittiğimiz yol yol değildi, belki burada olmak için yaratılmıştık, bu yolların bir sebebi olmalıydı, düşündük ki beyaz bir ufuk varsa ötede daha alacak çok yolumuz var!


Bizde ardımızda çok söz bırakmadık belki bir kaç satır;


Bütün sabahların geri dönüşsüz olduğu vakitlerdi, kimine göre vakit çok geç kimine göre erkendi, cepte düğüm düğüm kelimelerle çıkmıştık yola,

ve nasıl da güzeldir baharda bir sabah aniden açan çiçek...


28 Temmuz 2009 Salı

Bardak...


çok mu aşk adamıyız dedi bardak,
anlamadım gitti...

belki bundan besleniyor ruhumuz
ve susuyoruz bir temmuz akşamında dedi diğeri,

bence de öyle
ama kendimi çok mutlu hissediyorum dedi bardak,

suya kanar gibi aşkla sarılıyoruz hayallere
ve dolup taşan şey yalnızca bize kendini bırakan yalnızlığımız dedi diğeri.

bardak
sıvının bulunduğu anda şeklini aldığı,
dağılmamak için bir liman.

bardak deyince ilk akla gelen su oluyor ne hikmetse,
bunda en temel ve yaşamsal besin olmasının etkisi olabilir belki.

susuzlukla anlatıyoruz kuruyan dudaklarımızı,
kavrulmanın yakıcı ve paslı tadını suya olan özlemle anlayabiliyor,
duyduğumuz tüm hasretlere, sana olan susuzluğum diyebiliyoruz.

su ile ilk hatırladığım ve canlı olan tanışmam, dağdan çoşkun bir şekilde ve büyük bir gürültüyle akan suyun taşlar arasında kıvrıla kıvrıla süzülmesiyle başlar, ardından üç, dört yaşlarındaki bir çocuk için yüksek, otuzdört yaşlarındaki bir adam içinse oldukça alçak bir mesafeden akan suya karşı attığım ilk adımdır.

ve her adımda içimde bir serinlik, her serinlikle yüzüme çarpan damlalarda bir keyif, her keyifte bir adım daha atma isteği doğmasıdır...

İleride attığım tüm adımlarda bu ilk adımların etkisi olduğunu anlayacak fakat her birinin sonunun aynı keyifle susuzluğumu gideremeyeceğini de yaşayarak öğrenecektim.

Biraz daha yaklaşırsam baştan aşağıya ıslanacaktım, bunda pek sakınca görmemiş olacağım ki adımlarımı durdurma niyetinde değildim.


Bilmediklerimizden korkmayız küçük bir çocukken çünkü korkulacak şeyleri yaşamın dikenli yollarından yürürken çizilen bacaklarımızda oluşan acılarla öğrenecektik.

Ve o adımları atarken dizime kadar çekilmiş çoraplarımın altında bacaklarım gün yüzü görmemişlerdi.
Büyüdükçe ise bilmediklerimiz bizi korkutmaya başlar oldu.


Üç dört yaşlarındaydım
ve susamıştım.
tek istediğim tepeden tırnağa ıslanmak pahasına dudaklarımı suya dayamaktı...


ama ıslanmakla kalmayıp bir türlü dudaklarıma değen damlaları ağzıma toplayamıyordum, her bir damla mızıkçılık yapan ilkokul çocuğu gibi ders zili çalınca sebepsizce ve deli gibi koşturuyordu ne yazıkdır ki tek gelmesini istediği yere inatla gelmiyordu...

üç dört yaşlarındaydım, susamıştım
ve gideremiyordum susuzluğumu..

otuzdört yaşında bir adam seslendi ardımdan,
ve açtı ellerini,
kocaman avuçları vardı
kocamandı sözleri
dev gibiydi
sanki yanımızdaki ağaçlar ondan küçük
dağlarla aynı boydaydı.
beni tek eliyle tutsa ve koysa omuzlarına
tüm bi yolu yürümekten kurtaracaktı
ve bir süre daha çizilmeyecekti
güneş görmemiş bacaklarım...

açtı ellerini
kocamandı avuçları,
dayadı birbirine ellerini,
daha da büyüdü avuçları,
yaklaştı suya
uzandı ve o yaramaz ilkokul çocukları birden uslandı,
her biri bir oyun bahçesinde toplanır gibi toplandı aynı yere,
yaklaş dedi dağ gibi adam, tüm heybetiyle...
ağaçlar arasından esen rüzgarın ıslık sesi gibi yumuşacık geldi durdu kulağımdan,
ve kuş tüyü yastığa süzülür gibi koydu başını başıma,
salıncağa bindirmek için yasladım dudaklarımı avuçlarına,
doldurmuştum ağzımı suyla
ve dindirmiştim ikinci seferde susuzluğumu...
dağ gibi adam tam otuz dört yaşındaydı
ben ise üç bilemedin dört.
şimdilerde çok oldu avuçtan su içmeyeli,
ve dayamayalı dudakları susuzluğa hasretle,
yerini bardaklar aldı saklamalık damlaları hep bir esaret ve hep bir bekleme ile...

çok mu aşk adamıyız dedi bardak,
anlamadım gitti...

belki bundan besleniyor ruhumuz
ve susuyoruz bir temmuz akşamında dedi diğeri,

bence de öyle
ama kendimi çok mutlu hissediyorum dedi bardak,

suya kanar gibi aşkla sarılıyoruz hayallere
ve dolup taşan yalnızca bize kendini bırakan yalnızlığımız dedi diğeri.

ışıklar kapandı,
esaret baki kalmıştı.,
avuçlar hasret,
susuzluk bir daha ki sefere kadar dinmişti.

çocuk hala,
suya kanar gibi aşkla sarılıyordu hayallere...

5 Temmuz 2009 Pazar

Küçük Gün Işığı...


'Üzgünüm bugün, asıl en üzücü tarafı ise üstelik hiç bir sebep yokken.' dedi adam ve ekledi karnım aç olduğu için üzgün olabilirdim bir bebek gibi, oldum da zamanında.

yahut oyuncağım kırıldığında dünyanın en büyük derdi buymuş gibi üzgün olabilirim, oldum da.

Bir başka şehire taşınıp her şeye sıfırdan başlarken misal, yalnızlık doldurup sırt çantama, yeni okullara adım atmanın tedirginliğide üzmüş olabilirdi beni, kimbilir belki oldu da...

Kalbimin kırılmasına aldırış etmediğim zamanlarda, tekrar onarılmasına izin verdiğim anlarda hiç bir şeyin eskisi gibi olmayacağını bilmenin üzgünlüğü de olabilir bu, oluyor ya...

Sıcacık bir gülümsemenin ardında tutsak kelimelerin üzüntüsünü de paylaşmış olabilirim, paylaşmak hep güzeldi, paylaşamamanın üzüntüsü de olabilir öyleyse, öyledir ya...

Kırık bir şarkının, bir yaz rüzgarının, mavi gögün altında uzanmanın, peşini hiç bırakmayan ve geçmiş gibi bacaklara takılan kumların da üzüntüsü olabilir bu, bir daha yaşanmayacağını bilmenin o anın ve şimdiden özlemek çakıl taşlarının hep denize bakan yüzlerini...

üzgündür akşam vakti güneşe sevdalı gündöndü çiçekleri, ay ile avunur dertleşir kelimeler, güneşin kulağına bir vakit gider diye hep içten söylenir en etkili sözler...

ya duyamazsa, ya bilmezse üzüntüsü ve hep bir şeylerin yanlış olduğu hissi...

Üzgünüm dedi adam, hiç bir sebep yokken hemde, asıl en trajik yanı bu olmalı...

küçük bir günışığı, doğruca pencereden vuran, kitabımın üstüne, elim kalem tutmuyor çokçadır ve dilimde hep aynı dolanıyor kelimeler...