Yürüdüm,
taştan yolların ince çizgilerine basmadan yürüdüm, küçüklükten kalma bir oyundu bu benim için, ne zaman zihnim dolu olsa bunu yapardım, sanırdım ki o çizgilere basmadan ne kadar uzun bir yol alırsam o kadar başarılı olacaktım, aklımda ki soru işaretlerini ters çevirip birer salıncağa dönüştürecek ve orada uyuyana kadar sallanacaktım. Bacaklarım gökyüzüne değene dek sallanmak ve rüzgarla arkadaşlık etmek ne de güzel olurdu yıllar sonra yeniden...
Hava yavaştan kararıyordu, uzaklardan, gittiğim yönde hafif bir kırmızı yayılıyordu, karanlığa dönüşecek bir kırmızı ürkütüyor olacak ki kuşları hep ters yöne uçuyorlardı, aksine ben ışığa uçuşan böcekler gibi o yöne doğru gidiyordum. Bunda evimin yolunun aynı istikamette olmasının etkisi olduğuna hiç girmek istemiyorum.
Yürüdüm,
son bir kaç basamak daha ve işte yıllardır önümde bir set olan o tanıdık demir kapı, az sonra içeride olacaktım ve bırakabilsem bir yük gibi taşıdığım o iki tarafıda açılabilen yüzsüz çantamı, sokmasam içeri tüm huysuz anılarımı diye düşünürken ilişti gözüme kenarları sarı ve hafiften kırışmış zarf.
Üzerinde ismim yazıyordu, adımı bir diktörtgen kağıt üzerinde bu şekilde okumayalı uzun zaman olmuştu, bu bir mektuptu. Hiç nefes almadan zarfa yaklaştım, ben yaklaştıkça zarf küçülüyor ama üzerinde yazılı ad daha bir büyüyordu.
Yürüdüm,
ismimin yazılı olduğu o kenarları sararmış beyaz zarfa doğru yürüdüm, mavi tükenmez kalemle yazılı adıma doğru yürüdüm...
Elimle tuttuğumda içimde ki heyacan adı verilen hormonal dalgalanmayı daha kuvvetli hissediyordum. Sese duyarlı sensörlü aydınlatma sönüp beni zarfla karanlıkta başbaşa bırakana kadar, ne denli sessizce hareket ettiğimin farkına varmamıştım. Zaman bile bu sessizliğe ayak uydurmuş olacak ki dönüşünü yavaşlatmıştı. Zarfı alıp kendimi, dairemin içine attım.
İstanbul'da bir apartman dairesinin en üst katından bile İstanbul'a tepeden bakmanın mümkün olamayacağını öğrendiğim evimin içine girdim.
Usulca koltuğa oturdum, kravatımı gevşettim, ceketimi bir daha hiç giymeyecekmişim gibi fırlattım.
Tek düşündüğüm artık basmamaya çalıştığım o taş yolların yoksul çizgileri değildi, ya da biraz daha yüklensem kendime, ters çevirip salıncak yapabileceğim soru işaretlerim de değildi. Bu garip mektubu tutmanın, sevgilinin sıcacık, minik ellerini tutmak gibi olduğunu bilemezdim. Hızlı ama emin bir şekilde açtım ucundan mektubu.
Açtım,
ve sessizce aktı kelimeler ellerime...
Ne için düşünmek günü,
Ve ne için yaşamak sordun mu?
Bir cevap aramak için feda etmeli mi hayatı,
Duruş nedir, ve nedir mutlu kılan seni?
Bir çığlık gibi yankı bulan içinde kimin nefesi
Tanıdık mı yoksa değil mi,
Ve sen nefes almaya ne vakit başladıydın
Ne vakitti en son başın dik yürüdün.
En son ne zamandı bir merhabanla aydınlandı yollar,
Ve dönüp başını çekip aldın istediğini.
Yıldız olarak bildin
Baş üstü ettiğin,
Gökyüzü bir tabakadan mı ibaret,
yoksa sonsuz bir örtümü
üstüne örttüğün.
Kimsin sen
Tanıyor musun hüznü
Nedir bilir misin mutluluk
Elinde bir tomurcuk
Bekledin mi hiç açmasını gülün.
İlk ağladığında
Sana sunulan anne koynu
Hasret miydin kokusuna,
Ciğerinde ki ilk hava mı yoksa
Korkuna sebep bunca zaman.
Hoş geldin oğlum
Yeni bir dünya
Seç bir yol
Kısa veya uzun.
Düşün bil ve öğren
Hayat bir okul
Sen hep bir öğrenci
Eğer bir soruya sahip değilsen
Yoktur bir cevabında.
Soruların olmalı
Ve sana sorulanlara bir cevabın.
Bilmeyeceksin kimi zaman
Nedir kimdir bu karşına çıkan.
Fakat korkma,
Ürkeklik yalnızca bir dağ ceylanı yüreği.
Gülüşün ise masmavi bir deniz.
Tıpkı özgürlük gibi.
Tadı tuzlu, rengi mavi.
Sözün yoksa söylenecek,
Değmesin dilin dişlerine.
Ve dudakların öpmeli sevgiliyi,
Usulca bir bebeği koklar gibi
Masum,
Bir anneyi kucaklar gibi,
Mis,
Bir babanın yüreği gibi,
Güçlü.
Bir kayık olursun kimi zaman
Denizin ortasında yalnız .
Ve çaresizsindir,
Limanlar ışıksız
Gökyüzünde yoksa tek bir yıldız.
O deniz gülüşündü unutma,
Masmaviydi rengi,
Gökyüzü bir örtüydü,
Üstünü örtemese de girip altına gözyaşlarını örttü.
Bir ışık yoksa hala limanda
Ve tek bir yıldız parlamıyorsa,
Sen ışık ol,
Ulaş yıldızlara,
Denizler güldükçe yıldızlar parlar unutma.
Biri sığınmışsa sana,
Dürüst bir el arıyorsa alt tarafı
Fakat ne istediğini bilmiyorsa,
Anlat ona dünyanı,
Çevirme geri,
Zaman dediğin akıp giden bir yoldur,
Çizgileri kimi an seyrek, kimi sık.
Bir sessizlik olduğunda,
Kalp atışının, tik taklarını duyarsan dinle.
Özgür bildiğin kelebek bir tırtıldı alt tarafı,
henüz çıkamadan kozasından,
Bazen kozandan çıkana kadar bekle, sende.
Herkes üzerine geldiğinde
Yenilemek için kendini,
Kaçacak bir yer aradığında;
gemiler gibi ol,
köpük köpük dalgaları al alabildiğin kadar altına,
bil ki,
Delik bu dünyanın dibi
Ve su akıtıyor altından.
Her neyse ne şekilde unutulur derler aldırma,
Ağırlıksa unut gitsin,
Taşıyabileceğin kadarını al yanına.
Ve en çok,
Gözlerin oğlum gözlerin,
Anlatmalı seni.
Her zaman.
Sevmeye,
Hep gözlerden başla.
İmzasız satırların ardında gizlenen büyük bir dünyadan, yeryüzüne düşmüş gibiydim, şimdi o dipsiz kuyuya düşen alice'i ve beyaz tavşanı takip etmenin ne demek olduğunu daha iyi anlıyordum. Zaman denilen kavram bizim algıladığımızdan çok daha farklı olabileceğini, sıralamayı bizim algılamamızı kolaylaştırmak için başlangıç ve sonuç döngüsü içinde tutulduğunu, belki de geleceğin, geçmişin elinden sımısıkı tutan bir baba-oğul, yahut şefkatli birer sevgili gibi elele ebedi bir yürüyüşte olduğunu... Aslında bunu üzerine hiç düşünmemiştim.
Oyunları ve masalları yastığımınla gizleyeli uzun zaman olmuştu...
Bir solukta okuduğumda mektubu, zamanın bu sefer nasıl dört nala düz ovalarda koşturan atların ayakları altında geçtiğini farketmemiştim. Bir bebeğin tanımsız seslerinden ibaretti hayat ve anlamlar yükleyen bizim o uslarımız en çok aldatanlardı yine bizi.
Mektubu elimden bıraktım, oturduğum yerden bir çırpıda kalktım, başım dönüyordu baktığımda pencereden, ulan yine İstanbul batırdın güneşi, ne vakit özlettin kendini ay, bekle bekle biraz daha, bahara ne kaldı, sonrası yaz, uyumadan hemen önce oradayım nasılsa...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder