31 Ocak 2010 Pazar
kartopu izi duvarımda
Akıyorken camdan damla damla
Gökteyken bardaktan boşanırcasına yağmur.
Tutmuyor ellerim
Yani büsbütün çıplaksın
Kupkuru hayalin ıslanıyor.
Her şeyi geçtim de
Sırf o ipek saçların için sarmalı seni.
Sonra duruyorum sebepsiz
Yerde karıncalar geziniyor
Su onları önüne sermiş gezdiriyor
Bir kayık gibi çekirdek kabuğu
Üstü şişhane altını feci götürüyor.
Metfunum sana bu yüzden
Taş sokaklarda yankılanıyor gidişin
Gülüşün hala duvarlarımda afiş
Bir ucundan tutayım yırtayım diyorum
Olan kırılan tırnaklarıma oluyor.
Soğuk itiyor penceremi
Saatim buz kesmiş kolumda durmuyor
Öyle meftunum ki sana
Geçen zamanım sen
Koluma taktığım soğukluk gibi.
………….
Sonra birden parmaklarım kanıyor
Dokunduğum duvarlar kırmızıya çalıyor
Gidişinin afişlerine koşuyorum
Yırtamadığım hani
Üzerini boyayım diyorum
Elbisen kırmızı
İşe yaramıyor
Odamda soba
Üzerinde çoraplarım duruyor
Islanmış ayaklarımı asıyorum
Beyaz tenim güneşe çalıyor
Sarkmış buzlar balkonumda parmaklık gibi duruyor
Ve perdelerimin yerini
Camı kaplayan kar yığınları alıyor.
Başımda soğuk bir ağrı
Saçlarımda kır dönümleri
Gözlerimin etrafı hareleri
Bilmem yaşım kaça varıyor.
Aynaların arkasında havadisler
Güzel bir kızın kırmızı dudaklarından bahsediyor
Sen geliyorsun aklıma
Ayna bana beni gösteriyor
Yakıştırıyorum sonra kendimi sana
Etim yanıyor
Çözülürken iliklerimin buzları
Güneş akıyor
İçime
Dilimde pütürlü duvar tadı
Sanki az sonra o afişlerden biri
Yapışacak gibi içime
Yürüyorum yalnız
Kar yollarında izlerim kalıyor
Biraz şöyle otursam diyorum
Uyku beni çok uzaktan çağırıyor
Yolum uzun diyorum
Elimde çantam
Bırak diyorum umutlarım
Bağlanma o dala
Bahar gelince uçurtmalarla uçacaksın ya arşa
Koyver şimdilik kendini koyver boşa.
29 Ocak 2010 Cuma
parmak uçlarında
Çok zor mu ki hayatın
aslında basit her şey,
önce al bir nefes
sonra bırak kendini.
boşlukla tanıştın mı
uzat elini.
yabancı mısın bu yollara
ki sakın bir tanıdık bekleme.
değişebilir misin söyle
bu saatten sonra ne olmak istersin
ne kurtarır seni ve dünyanı.
Kayıp saatler bekçisi
elinde demirden sopası
düşten biraz gerçek, gerçekten fazlasıyla uzak.
takıldın tavşanın peşine.
dalgalar gibi almış kanatlarının altına rüzgarı
kirli bir camda izler dünyayı
dünya nedir kaderin?
ne diye bunca baş dönmelerin.
eksenim etrafında radyo dalgaları
tutmuşlar dudaklarımdan
soğuk ve ıslak
bir aşağıya bir yukarı çekiştiriyorlar.
çok ağır bu yağmurun damlaları ve aksak süzülüyor penceremden
bir birlerini feda ederek bir bin parça.
vakit geç ömrüm
yaşım ortasında yirminin
dizlerim ağrıyor
ve cümlelerin kısık nicedir.
ve bir ay doğar
dolunay.
bırakır gidersin sözleri
sözler gece de yıldız gibi parlar.
Ayrı filmlerin karesi olduk aynı ekranda bir araya gelemeyecek
Ve çok oldu ayrılıklar arkasından dökülen sular yetmeyecek
Sesler yükseldi alabildiğine duvarlar örtmeyecek
Ne gözler anlatabilir sevgiyi ne de kalp bir başkadır aşkta.
Eller yalnızca
Eller anlatır beni sana.
Dokunsun ellerin
Günah gibi değil ellerim
Gün ağırır gibi dokunsun.
20 Ocak 2010 Çarşamba
kukla
Hiç bir şey hissetmiyordu, sadece yürüyordu. İstemsizliğin nemenem bir şey olduğunu idrak ediyor fakat bunu önemsemiyordu.
İplere dolanıyordu, işte bunu çok iyi biliyordu. Gittikçe yorgunlaşan dizlerini kırmakta zorlanıyor adımları aksıyordu.
Savaştı bu.
Her şey olabilirdi. Buraya kadar gelmiş olması bile önemliydi ama tüm bu kifayeli sözler savaş sonrası rahat koltuklarda otururken yazılanlardandı. Hemen tanıdı kulağına çalınan süslü sözleri. Yağmurun ıslatmadığı, kuru ayazın dudaklarını kavurmadığı bir dünya yoktu, eğer bu akan yaşları yanağından süzülürken içi gıdıklanıyorsa hala yaşıyor demekti hem de o hiç beğenmediği ve tiksindiği gerçek dünyada.
Toprağın çamurdan balçık kıvamına dönmesinin ardından kendini birazdan düşeceği yerde filizlenecek bir tohum olarak gördü. Bu onu sevindirmedi, aksine artık dahada korkuyordu. Düşündü ve ağladı. Korku bütün vücuduna yayıldıkça acısı azalıyordu ama kendini korkuya teslim etmememesi gerektiğini de çok iyi biliyordu. Parmakları uyuşmuştu.
Bir kafesin içindeydi ona söylenilen hayatları biliyor, merak ettiklerini yalnızca hayalinde yaşıyordu. Ayakkabıları biraz daha parçalandı. Tabanları tam uçtan ayrıldı. Artık kahverengiydi yolları ve nereye bassa izi kalırdı...
Saatine baktı, gün yeni teslim olmuştu geceye. Elleri hala yukarıdaydı ve beyaz sallanıyordu bayrakları.
Hep böyle serin mi olur akşamüstleri ve tutunamaz kuşlar lodosta bir dala. Boğazdan geçen gemiler hep aynı mıdır ya da bu bir bir yanan ışıklar hep aynı hayata kapar perdelerini.
Kimler sevişir ve kimler düşlerine düşer. Kimleri kabul eder yalnızlık ve kimleri yoksayar sokaklar.
Hayatın uçlarından bağlanmış bir kukla ve sen ta kendisisin hayatın. Hayat sensin ve çekiştirildiği kadar özgürce hareket edersin. Bir yanın kalk gidelim öbürü dur oturalım hali... ah keşke burada olsaydın...
bir kuyudan aşağıya baktım, derin.
suyundan tattım, soğuk.
seslendim sesim boğuk.
uzandım dala, dal eğik.
karışık sesler arasından ayırt ettim sesini ve dinledim saatlerce, adım söylenir diye bekledim ve korktum adımın seslenilmesinden.
bir korkaktı artık ayakları yorgun, omuzları çökük.
yaralarından kam damlıyordu ama biliyordu ki bu onu öldürmeyecek...
3 Ocak 2010 Pazar
2010
Biz hala Pink Floyd dinliyor, Chagall sergilerinde kübik yapıtlara olmayan anlamlar yüklüyoruz. Ve dikkat kesiliyoruz üçgen masalarda ki kare muzlara.
Yıl olmuş 2010
Biz hala Another brick in the wall diye bağırırken, birileri bağıranların arkasından ellerini sinsi tüccar hareketiyle ovuşturuyor. Ve dikkat kesiliyoruz son zamların nasıl ölmüş bedenlere saplanan bıçaklar gibi hareketsizce selamladığına.
Yıl olmuş 2010
Biz hala hey you diye işaret ederken, birileri birilerinin üzerini çiziyor, kalemini kırıyor. Ve bu arada biz dikkat kesiliyoruz Bihter'in gögüslerine, Behlül’ün kıydığı ipek saçlarına(!)
Yıl olmuş 2010
Biz hala birileri için wish you were here diye ağıt yakarken, birileri buradayım ulan “belliyorum toprağınızı” diyor, duymuyoruz. Aşağı bakıyoruz önce, önümüze, serde utangaçlık desen değil, vurdumduymazlık desen belki… sonra yukarı bakıyoruz, üzerimizde uçan kuşların kanatları korkutuyor, peki ya yüzümüze çarparsa telaşı kaplıyor bünyeyi… En iyisi mi bakmamak, hepimizin yapmayı çok iyi öğrendiği gibi baktığını görmemek, sıyrılmak diyoruz sözlüklerde anlam olarak aradığımız tel maşa hikayelere…
Yıl olmuş 2010
Biz hala high hopes peşinde dayıyoruz başımızı camlara, uzaklara diktiğimiz gözlerimiz önünde üşüyen hayallerimiz titriyor, sevgilinin eli gibi alıp ellerimiz arasına ısıtmak namümkün, işte bu feci koyuyor adama… Çünkü biz bildik ki kalacak her şey aynı ve hep gidilecek bir şeydir hayaller, kalıp savaşmak gerekiyormuş bazen, geç öğrendik. Bu sefer hayaller gelmedi ardımızdan, kaldık mı orta da soğukta kalmış bekçi düdüğü gibi, çevir öttür, döndür öttür tok sesler yankılanır boş sokaklarda…
Biz hala marooned, hala çokça çocuk
Saklanıyoruz ebelenmemek için o ağacın ardında,
Ağaç sımsıkı tutunmuş toprağa güven veriyor bize ya,
Dalları kırılgan ama
Hala sallanıyor salıncağımız bir sağa bir sola
Uzaktan seslenen ses adımızı çağırıyor
Mutlu ediyor hala bizi yağmur sonrası çıkan gökkuşağı
Ve yetiyor şarkılar söylemimize
Güne dönmüş yüzünü papatyaların selamları.
Evet yıl 2010
Biz hala Pink Floyd dinliyor, çocukça hayallerimizin peşinde bir uçurtmayı havalandırmak için koşar gibi dört nala adımlarda, gökyüzüne balonlar salıyor, yağmurların yağınca dilimizi dışarı çıkarıyoruz.
Biz hala en büyük dertleri yaşadık sayıyor, kahve fincanımız çatlayınca dünya başımıza yıkılmış sayıyoruz.
Biz hala derin nefeslerle aşkı çekiyoruz ciğerimize ve gamı atıyoruz üfleyerek dışarıya,
Çünkü yaşıyoruz.
Dokununca parmaklar rüzgar gibi parmaklarımıza, tenimiz titriyor
Uyandığımız anda özlüyoruz zorla çıktığımız o sıcacık yatağı,
Bir şeylere sahip olmak için kazanmak zorunda olduğumuza inandırılmış o paralar için, her seferinde en değerli şeylerimizden vazgeçtiğimizi biliyoruz ve bunu bir sırmış gibi kendimizden bile saklıyoruz.
takvim yaprakları gibi savrulmanın da, bir nehrin çağlayan sularında süzülmenin de, bir yokuşun başında "vay arkadaş ne dikmiş" demenin anlamalarını da kazıyoruz yüzümüze.
yıl olmuş 2010
welcome to the machine diyen biri çıkana kadar
time’ın sirenleri çalınır kulaklarımızda…
En azından hala yeşil ağaçlar
Gök hala biraz mavi
Denizler de öyle özlem kokuyor çoğu kez
Ve dalgalar kıyıya vuruyor çığlıklarla
Güneş doğuyor inatla
Ve ay parlıyor kara bulutlar arasından sıyrılabilirse,
Yine gelir ağustos
Ve ardından ekim
Gelirse de gelmezse de
Esiyor rüzgar başına buyruk bir halde…