16 Ocak 2009 Cuma

Akıntıya karşı...


Gözlerini kapattı, istediği sadece biraz saklanmaktı, belki dışarıda olan biteni görmezse bu sıkışık durumdan kurtulabileceğini düşündü. Daha sıkı yumdu gözlerini, sımsıkı…
Olmuyordu, her şeyi duyuyordu, sesler bir rüzgar gibi süzülüyordu kulaklarına. Biran için avazı çıktığı kadar bağırmak istedi belki böylece duyduklarını bastırabilirdi, sonra bunun faydası olmayacağını düşündü, vazgeçti…
Deniz bugünlerde daha da serinlemişti, bu yüzden derinlerde yüzmek zorundaydı balıklar, karanlıklara gömülmeleri ne de olsa uzun sürmeyecekti yüzeye çıkıp beslenmek zorundaydılar.
El yapımı eski bir ustalık işi sandalı vardı. Boyasını her sene güz mevsimin de kendisi yapıyordu özellikle kullandığı tek renk vardı, sandalını ısrarla bu renkle boyuyordu, bu renge boyadıkça denizle bir bütün olacağını düşünür kendisini kuşların gökyüzünde olduğu gibi suların üstünde sonsuzluğa uzandığını düşlerdi, en sevdiği zamanlarda bu anlardı.
Rüzgar artık daha sert esmeye başlamıştı, bulutlar bir düşten fırlamış gibi büyüdükçe büyüyordu, hava mevsimin hakkının verir derecede sıcaktı ve gökyüzü de artık terlemeye başlamıştı.
Suratına vuran yağmur damlaları ile birlikte gözlerini açması da uzun sürmedi. Yağmur damlaları yanaklarında süzülürken dudaklarına gelip dayandığı anda içi ürperdi. İşte yine o yanı başında belirivermişti. Varlığını kabullenmeye fırsat bulamadan büyük bir dalga sandalı sertçe yukarı kaldırdı, akıntıya karşı çektiği kürekleri geri almıştı şimdi deniz, biraz ilerde beliren bir dalga daha yaklaşıyordu, önce gölgesi sandalın gövdesinde süzüldü, sonra boğuk bir sesle sular…
Rüzgar yön değiştirmeye başlamıştı, kürekleri tutmak için harekete geçti, avuçlarının içlerine usulca yerleştirdi kürekleri, bir bebeği tutar gibi yumuşak aynı zamanda hiç gitmesin diye sevgiliyi tutar gibi de sımsıkı yapıştırmıştı ellerini. Tüm gücüyle sandalını akıntıya doğru çevirmeye çalışıyordu. Kendisini süt liman denize attığında bu durumda kalacağını tahmin etmemişti ancak garip bir zevk aldığını hissediyordu. Uğraşısı arttıkça, düşündüğü tek şey rüzgar, deniz ve biran için bile avucunu gevşetmeden tuttuğu kürekler olmayı başarmıştı…

Kürekleri bıraktı, istediği bu değil miydi? kürekler hızla elinden kayıp denizin üzerinde önce yalpalayıp sonra bir çocuğun minik yorganına gömülmesi gibi kaybolup gitti. işte burdaydı ondan başka hiç kimsede çevresinde yoktu. Sular yüzüne vuruyor ve rüzgarı da pekala hissedebiliyordu. bulutlar yükünü almışlardı damla damla döküldükçe deniz sevgiliye kavuşma heyacanıyla çoşuyordu. çok uzaklardan zayıf bir bağ bozumu kokusu denizin o iyot kokusunu bastırma yarışındaydı.
küreklerini azat etmiş sandalın köşesine doğru sokulmuştu, ayaklarını uzattı, sanki keyif yapmanın tam sırası gibi elleriyle destekledi başı dik bir şekilde uzandı. Şimdi her şey gözüne daha güzel görünüyordu, daha bir çekici ve istekli. Biliyordu ki az önce yapmaya çalıştığının hiçbir anlamı olmayacaktı, deniz büyüktü, dalgalar onun gücünden daha kuvvetliydi,üstelik bulutlar bugün babalarının omuzlarında geziye çıkmış çocuk gibi içten şen kahkalarla süzülüyorlardı.
martılar bile vazgeçmişti ondan, o nasıl mücadele edecekti, böyle olmalı dedi. üstelik bu yüzden burdayım. işte hayat karşımdasın göster gücünü beni nereye savurmak istiyorsan savur. senin kurallarına göre oynayalım. yeter ki beni bir yere götür yol almak istiyorum. kuzey yahut güney fark etmeyecek içimden yalnızca gitmek gelir.
Gözlerini tekrardan kapattı, gittiğini hissediyordu. Altından kayıp gittikçe sular, o da biraz daha uzaklaşıyordu kıyıdan. Hayallerini kıyıya bağlamıştı sımsıkı, o yüzden gözünü kapattığında hayal kurmuyordu.
O an daha önce hiç hissetmediği bir şey duyumsadığını farketti. Dilinin ucunda bir kelebek kanat çırpıyor gibiydi; Uzağız artık dedi. İki kıtanın ve ortasından geçen ve denize aldırmadan, aynı yöne bakan, fenerler kadar uzak,yolun ardına bakmadan üstelik önümüzü de görmeden gidebilecek iki taşıt gibi karşı yönlerden geçip şeridimizde gidenler kadar uzak... Uzağız, kırık bir vazonun parçaları gibi bin parça aynı tabanda birbirine yakın ama bir daha bir araya gelemeyecek kadar uzak, dilinden dökülürken bunlar bir açılıp bir kapanan gözleride iyice kararmıştı, tatlı bir su dolar gibi önce bedeni titredi ardında dayanak yapan elleri kaydı, kendinden geçmişti...

Uzaktı, geride bıraktığı sahilde yollar vardı, o yolların üzerinde sıra sıra saydığı beyaz çizgiler küçüklükten kalma bir alışkanlıktı bu çizgileri sayma oyunu, her seferinde nerde kaldığını unutur tam vazgeçecekken tekrar bu oyuna başlardı. En sevdiği şey hayal kurmak, düşünmekti aslında bu oyun esnasından orda ne kadar çizgi olduğunun hiçbir önemi yoktu. tek amacı biraz daha kendini dinleyebilmek, zihninin ona söylediklerini duyabilmekti. Bazen çeşitli hayatlar oyunlar kuruyor kendine bunları başlatıyor, ilerletiyor ve sıkılıyordu, bazen sonu olmayan oyunlar bazen de kurallarını belirlemesi için arkadaşlar ekliyordu....
Böyle bir anında aklına gelmişti yıllar öncesi okuduğu bir kitapta yazan sözler, kimindi hatırlayamıyordu ancak şu bir kaç dizeyi anımsadı;

Dağlardan bir esinti

Dilinde sevdalanmış şarkılar

Dolanır dururdu etrafta

Bir serçe gibi her biri.


Gökyüzü dalgalanmış,

Deniz yağmış üstüne,

Kuşlar ve balıklar

Hepsi aynı

Hepsi biraz yalnız.


Kumlar şimdi güneş,

Güneş tane, tane süzülmüş.


Gidiyorsun

Dilinde sevdalanmış şarkılar

Sen sevdalı

Sevdalın kocaman bir dünya.

Bazı maviye

En çok toz pembeye boyadığın.


Bütün düşündüklerimin hiç bir anlamı yok. Hepsi diğer saçmalıklar gibi zihnimde tutsak olacak. Düşünceler yeniden doğuracaklar kendilerini lakin duyarsızlıklar boşlukta yankılanmasına fırsat vermeden yeniden esir edecek her birini tek tek.


Yürüyorum

gittiğim yol yol değil,

bir bata bir çıka çamura

kırgın sözlerin

ilacıdır yağmur.


Biliyorum

Bildiklerim yeterli değil.

Biliyorum

Bildiklerim çekip çıkarmaz beni

Biliyorum bataklığı,

çamuru,

Bir el veren yoktur çoğu zaman.


Biliyorum

Bilmediklerim var eden gerçekliği.

Değiştirmez hiçbir zaman

parmak uçlarımı,

biliyorum.

Dokunmak istiyorum tenine

Biliyorum yanacak bedenin

Bedenimle.


Bir kaç dize daha işte yer ettikleri satırların ardına gizlenmeye çalışan ama her seferinde kabak gibi ortada kalan bir çocuk gibi o çocuk oyununda hep ebe olmaya mahkum. giydiği hüküm öyle yenilir yutulur da değil, affolması için başkasına değil en zor olana muhtaç, kendine. Ve en nefret edilesi kelimedir muhtaç olmak.


devam edecek...

13 Ocak 2009 Salı

Bir an için...


Hayat, bir an için nazan öncel şarkısı gibi olsa, hani o eski şarkılarından 1995'lerden göç albümünden, gidişler için hep istekli dönüşler için tedirgin, geçmişe değil ileriye özlemli ve yare, baharları beklemesi öğüdünde bulunan.
Yahut bir an için müzeyyen senar şarkıları gibi olsa, taş bir plak gibi çızırtılar arasında anason kokulu gecelerde mücrim gibi titrek,ufacık umutlara bir yaprağın sonbaharda sıkıca dalına tutunmaya çalışması gibi tutunan, kırmızı güllerin alı olduğu zamanlarda acının katmerli bir şekilde hissedildiğinin farkında, yanık yanık...
Peki bir şekilde, Sezen Aksu şarkıları gibi uzaklardan kanat çırpmaya başlayıp yanı başına konan bir uçan malukat gibi, Bir İstanbul hatırası konduraverse her akla düştüğünde değiştirilmeden bitmesi beklense o kanat çırpmalar...
Bir zaman için, monica molina şarkıları gibi olsa fadonun bize uzak dillerinde dökülse dillerden ama hep o tanıdık yollarda esen rüzgarlar gibi esse müziği...
brooklyn funk essentials ve laço tayfa ortalıklığında ay ışıkları vursa gece yarıları üzerimize...
sabahlara hep grup vitamin güleçliğinde başlasak bir zaman için...
Gül kendine dese mor ve ötesi renkler...
Kings of Convenience know how diye sorsa...
frank sinatra yağmurda ıslanırken, Édith piaf bizim için paris sokaklarında gezinse, Ezginin günlüğü, şiirleri besteleyip kulağımıza ninniler söylese, çocuğun kurgularından bahsetse ...

Bir daha yaşar gibi oluruz muyum acaba hayatı, geçer gibi olur muyuz hep gitmek istediğimiz farklı farklı yollardan ?

10 Ocak 2009 Cumartesi

Hancı



Soğuk bir pazar günü düştüm yollara, gri ve dumanlı bir havada kurşun gibi bir ağırlık çökmüştü otobüs duraklarına...
Düşünceler bir sarmaşık gibi sarmıştı içimi, bir adım daha fazla atsam bir tanesinden kurtulacağım sanmıştım.
Yanılmıştım.
oysa tek istediğim bilmediğim bir yere ulaşmaktı belki oranın neresi olduğunu bilsem ulaşmak için başka bir telaşa girecektim ama gelecek bilinmezdi.
kararlar kararlar...
çoğu zaman bir karar arifesinde düşülen ikilemler insanı olduğundan daha güçsüz bir hale sokar bu durum gittikçe çözümsüz bir hal almaya başlar. Önce düşünceleri, sonra düşleri en sonda rüyalar dahil tüm içselliği ele geçirir. Bir karar alabilmek için ihtiyaç duyulan en önemli şey bilgidir sonra iç güdüler gelir, bilgi insanlığın gelişimi ile önemi daha çok artmış bir miktar modern zaman getirisidir. Bu modern zamanı düşüncenin aydınlanması dönemlerinden itibaren alabiliriz. İç güdüleri tanımlamak için ise insanlığın kendini keşfetmesine gerek yoktur. En yalın ve basit ifade ile, sana en tanıdık sesin kulağına fısıldamasıdır bir şeyleri.
Önemli kararlar arifesinde karar almaktan korkmak.
Bu halinen temel özelliği yanlış yapmaktan korkmaktır, peki ama neyin doğru neyin yanlış olabileceği konusunda yeteri kadar bilgi sahibi değilsek yanlış veya doğru olabileceğini nasıl anlarız?
Bu durumda geriye tek bir seçm yöntemi kalır içgüdüler. Bu da bizi ilk başladığımız noktaya geri götürür.
İnsan düşünce yolunda cahil bir gezgindir. Karşısına ne zaman ne çıkacağını bilmeden cehaletin verdiği cesaretle hep bir adım daha ilerler, bilinen tek gerçek sona doğru alınan bu yolda, asıl önemli olan o yolu nasıl aldığındır.
O zaman karar verirken önemli olan bu kararın kişide oluşturacağı o tarifsiz,soyut ancak varlığını bir şekilde belli edebilme yeteneğine sahip histir. Nitekim bu his yine insanın başka kararlar verirken başvuracağı içgüdülerininde bir parçası olacak duyguyu oluşturacaktır.
Bunca karmaşadan sonra bir zaman makinasına sahipseniz sizin için sorun yok demektir, çok uzun yıllar yaşayıp tecrübe denilen şeyden edindiysenizde eski fotoğraflar hatırlamanız için yardımcı olacaktır. Genç yolcular için ise belki bir hancı ile ufak bir sohbet faydalı olabilir!
ha bu arada hancı!
bana şarap getir, köpeğime de biraz et!

3 Ocak 2009 Cumartesi

Adı Aşk


-->

Küçük bir geminin
Kalabalık yolcuları arasında
Sığındığımız merdivenlerdi
Suyun üstünde yürüten bizi.
Ne varmak ne yetişmek ne de geç kalmak
Sadece yaşamak papatya gibi
Savruk rüzgara aldanarak
Yaprak yaprak açmak
İşte bütün mesele.

Bazı anlarda durur kelimeler, dökülmezler dudaktan bu anlarda buharlaşıp havada süzülmeyi tercih ederler gidecekleri yere mutlaka giderler, hınzır ve yaramaz bir çocuk gibi hareketlidirler, bir şekilde varacakları yolu arayıp bulurlar. Nice şairler yazarlar bu kelimeleri arar durur, kimisi buna ilham perisi der, kimisi his... adına yüzlerce tanım yapılıp hala anlaşılmaz bulunan bu şeyin adıdır belki de aşk!

Örneğin Hayyam bir dizesinde şöyle diyerek benliğini tanımlar;

-->
ben olmayınca bu güller , bu serviler yok.
kızıl dudaklar , mis kokulu şaraplar yok.
sabahlar , akşamlar , sevinçler , tasalar yok.
ben düşündükçe var dünya , ben yok o da yok.

kendi varlığını bu şekilde sorgularken yine o içine dolan ve ciğerlerinin inip kalkmasını sağlayan ve o anda yaşadığını gösteren emarelerden ibaret saymak hayatı ne kadar doğru.

Burası tartışılır ancak tartışılması güç bir şey vardır, aşk hayattır hayata tutunmak ise ancak gerçek aşkla mümkün olur.


-->
Hayalden güzel
Durmak karşında öylece
Kıpırdamadan bakabilmek gözlerine
Başkalarını düşünüp ürkmem önce
Sonra bir çocuk gibi gizliden yazmak seni defterlere
Hayalden güzel
Konuşmak senle
Bir telefon kulübesinde
Her biten jeton içime düşüyor sanki,
ve çarptığı yerden çıkardığı o metalik his,
Örtüyor sesini de bir parça.
Çaresizlik işte şimdi
Orda uyurken sen
Durup burada beklemek.
Tanımadığın insanların dillerinde şimdi ismin
Sen kendine yabancı
Sokaklar sana
Arkandan gelemedim
Çaresizlik diyemem
Yiğitlik desem seni değilse bile
belki kendimi kandırırım.


kendini imha etmezse, devam edecek..