büyüdükçe beylik laflardan uzaklaşma telaşındayım.
çok şey gördüm belki ama her şeyi değil o yüzden suskunluk bazen milyon tane kelimeden daha etkili olabilirmiş idrak edebiliyorum.
karanlığı bol, nefes alanı az odamda kelimelerin muhasebesini yapacak kadar büyümedim henüz ama bir babanın yaşamını düşündüm çoğu kez. çocuklarına adanmış onca yıl. bir birey olmaktan uzaklaştığın ve tüzel kişilik kazandırdığın ailenin temsili ne de zor bir şey olmalı...
çocukluğumu babannemle birlikte kaybettiğim bir yaş geçirdim, vatan denilen toprakları elde bir ak 47 ile savunmayı, klavye delikanlı genç bünyeleri ve ergenlikten kurtulamamış, kameralarla yaşayan bir çok insan tanıdım...
gitmenin geri dönülecek bir şey olmadığını, dönsek bile döndüğümüz şeyin pek gittiğimiz zamanla aynı olmadığını...
hayallerin bir ömür kurulabileceğini ama onları gerçekleştirmek için aslında o kadar da vaktimiz olmadığını öğrendim...
gerçek dostların olduğunu ama en gerçek dostun yine kelimeler olduğunu kelimelerin de hep içinde bir yerlerde saklandığını öğrendim...
dilekçe yazarken bile bize en yakınların aslında ne kadar uzaklarda yaşadığını öğrendim...
hayatın tuhaf
tuhaflığın da hayatın ta kendisi olduğunu...
bir şeylere eskisi gibi şaşırmadığımı gördüm ve tepkilerin bir soluktan, bir nefesten sonra
şaşırılacak pek fazla şeyin de olmadığını görünce verilmesi gerekliliğini...
bunun büyümek olduğunu...
black books'u,
ilk kez tam anlamıyla başkaları için de yabancı olunabileceğini...
kışın yazdan farklı olduğunu
baharların ne kadar güzel olduğunu diğer mevsimlerden
lolipop gibi bir şişe şarabın varlığını
ve o deri montu
ve uzun saçların nasıl da kısaldığını...
yaşamanın, müzik olmadan berbat bir sessiz film olduğunu ve ellerin cebinde yürümenin sokaklarda ne kadar gerçek olduğunu...
sayfalar dolusu öpüşmenin
bir dudağı öpmekten farkını
sabaha karşı istanbulu
ve ankarada yalnızlığı
ve sevillanın sıcaklığını
ve romanın sanatını
ve portonun rüzgarını
ve barselonın gecesini
ve ibizanın gündüzünü
hepsinin farklı ve bir o kadar da aynı olduğunu...
misal;
Dolu bir yağmur bulutu gibi gözlerim
İçim, yani ruhum öylesine şişmiş vaziyette ki
Kendimi taşıyamıyorum.
hiçlik ülkesinden geliyorum
ne yerim var
ne de yurdum,
sonsuz bir nefes alsam boğulacağım sanırım.
Ben kimim
Neyim
Burada ne yapıyorum.
parmaklarımla yangın çıkarırım
yüreğimle şarkı söylerim sana
kalbim atıyor öylesine
ölesiye bir koşturmaca bu.
biliyorum o güzellik karşımda duruyor
yüreğimle sevmeye alışık bedenim
bir solucan deliğinde ilerliyor.
susmak için doğmuşum ben
ne yerim var
ne de yurdum
ne de evim var benim
karanlıklara gömülen bir yabancıyım
kendime
çevreme
kim nasıl anlatırsa beni
öyle biliniyorum
ben kendimi tanımıyorken
onların tanımasını da beklemiyorum.
bilinmeden
tanınmadan
söylenmeden
bir kuşun konuşmasını dinliyorum.
ve;
şuan yağmur yağan bir ülkeyi hayal ediyorum
saçları ıslanmış bir kadını
parmak uçları üşüyen bir adamın sigarayla ısınmaya çalışmasını,
bir gemicinin son uykusunu
pupa yelken bir geminin kaptanını.
İşçilerin paslı kemiklerini
Isıtan bir güneşin olduğu bir ülkeyi hayal ediyorum,
Üzerinde güneş batmasa da
Oksitlenen öykülerin o düşü kuranların üzerine yıkılmadığı,
Şuan yağmur yağan bir ülkeyi hayal ediyorum.
Bir kız saçları ıslanmış
Mavi gözlerini daha az belirginleştiren siyah rimellerin
Bir aşkı boyadığını.
Bir erkek
Cebinde son paketiyle
Yanmayan bir çakmağın kölesi bir erkek
Ve dolmabahçeden beşiktaşa yürür adımları
Kırk saniyede.
Yirmi yedi yaşında bir adam
Umutsuz
Fakat
Farkında
En son seviştiği kızı düşününce yüzü hala kızaran
Fakat inatla gülümseyen
Hayatın getirdiklerini siyah bir poşetle saklayan
Götürdüklerini ise sakız gibi damağına yapıştıran o kişinin
mısralarda yaşadığını öğrendim.
tuhaf bir yazının
sevilmeyecek
fakat hep özlenecek bir şey olduğunu...
buraya kadar okuma zahmetini gösterenler için sevdiğim senarist dostum burak aksak'ın bir sözünü paylaşmak istiyorum;
afiyet olsun.
http://fizy.com/#s/1fusfr
en güzel, en anlatan, en anlaşılır yazın; tuhaf. tuhaf ki ne tuhaf hayat.
YanıtlaSil