25 Nisan 2009 Cumartesi

Zaman...


Gri büyük bulutların gölgesinde,

Serdim örtümü toprağa,

İki ağaç bekçiliğinde,

Ki bir ip ile bağlı birbirine,

Sallandı özgürlüğüm,

Yaşım yedi idi,

İlk kez tanıştığımda duvarla.

Bana bir sürü tuğla olan yığını işaret ettiler üstüne koymam için,

Oysa benim elimde bulutlardan bir çekiç vardı yalnızca.


Zaman, bizi öldüren kavram...

Benim, senin, onun yani bizim yarattığımız ve yine bizi tüketen kavramın adı. Üstelik varlık olarak nitelendirdiğimiz şeylerin hesabını tutmaya yarayan bir araçla.


Basit bir anlatımla, aldığımız nefesler ile geçirdiğimiz anın kayıt altında tutulmaya alınması için bulunmuş kavram, zaman. Fakat şöyle ki;

Bir an oluveriyor doğuyoruz, kıçımıza bir şaplakla ağlamamız isteniyor, o an ciğerlerimize süzülüp dolan hava bizim henüz tanımlayamadığımız bu hayati rüzgar ve ardından o ilk yakıcılık, evet işte başardınız! zamanın içine düşen bir canlısınızdır artık. Artık diğerleri gibi sizde algınız ölçüsünde tutabileceğiniz, not edebileceğiniz, aldığınız nefesleri sayabileceğiniz, zamana sahipsiniz.


O andan itibaren bir süreliğine birilerine muhtaç olmaya devam, birileri karnımızı doyurmalı, birileri altımızı değiştirmeli, birileri saçımızı okşamalı, birileri bizi öpmeli, birileri bizimle konuşmalı, birileri bizi dinlemeli, birileri bizi umursamalı, birileri bize adamdan saymalı, birilerine saygı duymalıyız birileri bize sevgi sunmalı, birileri ile sevişmeli, birileri bizi anlamasa bile anlar gibi yapmalı...


Tüm bu birilerine katılmak için geldiğimiz dünyada aldığımız süredir zaman. Dün, bugün, yarın böldük ya zamanı kendimizi birde fasulyeden saydık mı, artık bizden önemlisi olamaz.

Aslında algı ve zaman iki yakın kavram, bilimsel teorilerden girip metafizik öğelere sarmadan kelam edecek olursak.

O ciğerlerimize dolan ilk yakıcı tat ile algıladığımız ve gözümüzü bir yere dikerek son kez vereceğimiz nefes arasında geçen dilim zaman.

Ne var ki çoğu kez bu dilim bir çikolatalı pasta dilimi kadar tatlı olurken kimi zamanda şöyle en acılı şalgam suyu kıvamında oluyor ki elem ve kederli arkadaş listemize istemeye istemeye eklettiriyor.

Zaman aslında bir göz yanılsaması bir ilüzyondan başka bir şey değildir. İşin ilginç tarafı ise, insanlar tarafından tanımlanıp, buna bu kadar çok inanıp ve hayatı bu algılayışın planlarına göre yaşamasıdır. Hayat karşılaştığı her şeyi genellikle, küçük bir kar topu halindeyken yuvarlayıp bir çığa döndüren ve üstesinden gelemeyince yardım uman insanın ta kendisi zamanıda aynı şekilde meydana getirmiştir.

Güneşin, Dünya'nın bir kısmına hey merhaba demesi ile yerini ayın ve yıldızların ışıklarını saçtıkları bir karanlık tuale dönüştürmesine gündüz ve gece adını verirken bizler, yolunu gözlediğimiz bu iki objenin arasında ki kesimi de zaman diye tanımlarız.

Zaman, kah ilaç yaptığımız, kah durup sadece geçmesini beklediğimiz ve malesef çoğunlukla ertelediğimiz umutlarımıza emanetçilik yapan, ne var ki çoğu kez o umutları geri alıp gerçeğe çevirmeye bir türlü yine bizim vaktimizin yetmediği oyuncu.

Kimler gelip geçti bu zamandan, kimlerle aynı zamanı yaşıyoruz Kimileri yel değirmenleri ile savaştı, kimileri zalimken zulümlerini eksik etmediler zayıflardan, kimileri yaradanına sığınırken boşverdi adımladığı toprakları, kimileri teslim oldu basit sözlere, kimileri aşık oldu derinden bakan gözlere.


Her şeye rağmen sen, ben, o...

O ilk nefesinin yakıcılığını tada çeviren, gözyaşlarını gülümsemeye döndürecek kişilerin parlayan gözlerinde yaşadığınız günlerdir aynı zamanda zaman.

Aylak aylak bir ıslıkla çaldığınız şarkının ta kendisi, bulutlardan yaptığınız çekiçle hemen önünüzde örülen duvarları yıkabileceğiniz gerçeğini size veren de, zaman. Yaşınızın bir önemi yok. Bedeninizin de. Bedeniniz ki, o da aldığınız nefesle, yer çekimi arasında ki mesafeyi not eden bir sayaç...


Siz iyisimi yel değirmenlerine doğru yola koyulun....


Zaman dediğin bir ip
İki ağaç arasında,
İki el ile sımsıkı tutunarak,
Sallandı durdu çocukluğum,
Gençliğimin yere sürttü ayakları,
Yaşlılığın üstüne otururken,
Gri bulutlar kapladı göğü.




14 Nisan 2009 Salı

Nisan'a dair, inci...


Öylece durup tam o anda,
bazen anlatılmak istenen nice şey,
vazgeçişlerin o tutsaklığında hüküm sürer.
dökülmeyen her bir kelime
lanetlenmiş bir şekilde
esir olarak
karanlık odalarda konaklar.

güneşin o yakıcı ışığında
uçuşan tozları bile görmeye hasret,
yavru kuşların zor duyulacak cıvıltılarından
ve içe dolacak o sıcacık
heyacandan yoksun kalırlar...

rivayete göre, bir yağmur baharda en verimli şekilde yağarmış, doğanın yeniden uyanışında güne başlamadan önce, o üzerindeki rehavetini atmak için aldığı duş misali, en keyiflisi de baharda yıkanan toprak, sokaklar, şehirler ve insanlarmış...

bahar;
o dağlarda çiçekler açtıran... uyanışın sembolü...
nisan yağmurları;
ıslaklığın dudaklarda ki yakıcı tadı...

bir başka rivayet ise inci üzerine, istiridyenin, nisan yağmurları yağarken denizin yüzeyine yükselip bir yağmur damlasını içine almak suretiyle oluşturduğu doğa harikası.
bir gün söyleyemediklerimizde işte aynı bu istiridyenin içinde tutsak olan taneler gibidir. Zamanla biriktiğini, o kapalı delikten eşsiz bir güzellik olarak, o tutsak olduğu istiridyelerin kabuklarını kırarak dışarı çıkacağı günü bekler.
yalnız çok azı doğru yerlerde zerafeti ile övünür hal alacaktır...

Öylece durup tam o anda,
bazen anlatılmak istenen nice şey,
vazgeçişlerin o tutsaklığında hüküm sürer.

bir istiridyenin sımsıkı sarılı kabuğunda
kapkaranlıkta
bembeyaz bir ışık hali alır nasılsa.
dönüp duran kum tanesi,
tuzlu suya hasret ay ışığı tadında...

İşte Nisan da böyle bir aydır...
İnsan'a dair olan masumiyetle yağan yağmurları, insanı en çok yatağa düşüren o garip havası ve rüzgarı, iyilik ile kötülüğü bir arada tutan bir istiridye gibidir... dışarda yokedici tuzlu sular, içinde değişilmez bir güzellik...

Aşk, nisan yağmurları gibi yıkarken insanı,
ıslanmamak için sığınılan saçaklarda alınan soluklardır hayat.
hasta olmamak için sığınılan vitaminlerin yalancılığında
bahar havasıdır nasılsa,
dağlarda açan çiçekler mor
ve söylenen şarkılar hep geleceğe dairdir.

en bereketli yağmurlar olarak adlandıran nisan yağmurları sizi ısladığında korkmadan durun altında eskilerin dediği gibi o yağan yalnızca yağmur değil, rahmetdir.

varsın yıkansın düşlerimiz,
bahar yeşertir her birini,
salıverir umut toprakların derinliklerinden
doğaya...

Evet, nisana dair söylenecek pek çok şey var, inciden yola çıkarak geldiğimiz bu yolda bohçamıza bir gözatmak adına ve arada ki boşluklar için lütfen, ustanın incisine bir gözatın... ;

peki ne diyor bu eşsiz, masalsı anlatı;
nisan yağmurunda aşkla yıkanmış kalpleri
istiridye belleyip içine işlemiş bir inciden bahsediyor.

öncelikle herkesin her şeye değer biçmekte çok kararlı olduğu bir dünyadan bahsediyor,
hayatın yalnızca maddiyat ile ölçüldüğü ve betimlendiği bir dünyada,
zaten farklı bir davranışta beklenemez..

diğer taraftan denizi tanımadan boğulmayı öğrenmiş bünyeler için,
değer, kıymet gibi şeyler hesap defterlerin üzerinde yazan meblağlar değil bambaşka anlamlar
ifade edebilir. İşte bundan bahsediyor...

Yani, kimine göre çakıltaşları aşkla yıkanınca inci, inciler ise yalnızca bir gözalıcısı olabiliyor.

iyisi mi hikayeyi büyük şairden okumalı, masalın bu yolculuğunda bohçada ne dolu olduğunun önemi ancak o zaman kifayet kazanacaktır...