7 Aralık 2014 Pazar

EMEK SAHNESİ



-Emek sahnesi-

Sahne 1. ( tek sahne )

Bir adam iki çocuğu ile bir kaldırama oturmaktadır. Şehir metropoldür. Kalabalıktır. Aralık ayıdiır. Soğuktur. Yağmur gerçekten insafsızca yağmaktadır.
Büyük çocuk sekiz, küçük çocuk dört yaşındadır. Adam 35 yaşındadır. Görüntüleri çocuklar daha küçük adam daha büyük görünmektedir.

Küçük çocuk; baba, üşüyorum.
Baba; sessiz.
Büyük çocuk; donuk babasının sessizliğinden dökülen konuşmayı anlamıştır.

Babasının sesi olarak konuşmaya baslar;

Şimdi burası bizim evimiz. Evimizin önünden arabalar geçiyor. Bu yağan yağmur aslında saçlarımızdan süzülmüyor, kocaman evimizin yere kadar uzanan camlarına konan damlalar. Bak görüyor musun şu geçen arabanın rengini iste öyle bir güneş doğacak birazdan ve biz yokmuşuz gibi geçen insanlar var ya iste onlar bahçemizde ki güzel ağaca konan kuşlar ve bize güzel bir şarkı söyleyecekler. Biz sadece cıvıltılarını duyacağız, anlamayacağız dillerini ama olsun.

(Bir derin nefes ve dört nala koşan bir atın adımları hızında) Bak gecen sene annemi öldüren kurşunlardan kalanlar duruyor mu cebinde hala, saklıyor musun baba onları. Ver kardeşime lütfen çünkü onlar aslında birer renkli misket ve ben söz verdim sanıyordum ya annemi koruyacağıma. Aslında kardeşime misket oynamayı öğreteceklerime verdiğim sözdü o baba, tıpkı senin patronun sana ödeyeceği haftalığı ödeyeceğini söylediği söz gibi baba!
İnşaattan düştüğünde ve kırık kolunla tutunduğun da sana ödemeyi hemen yapacağına dair verdiği söz gibi baba, tuttu dimi sözünü o da, sözler tutulmak içindir, unutuyorsun artık baba. 

Yaşlandın dimi hep ondan mı oluyor tüm bunlar bize acaba?

Tanrı var mı baba!? Babanın yorgun gözleri şiddetle bakar.

Ben söyleyeyim baba var, ve herkes kendisinin tanrısıdır. Şah damarımızdan daha yakın nasıl olunur ki başka.
Şimdi bir uyku geldi çattı ya bize uyandığımız da her şey, senin emeğinin sahnesinden görünecek tüm tanrılara işte böyle baba!

Sahne kapanır.


Rehber-bilir

http://www.youtube.com/watch?v=ackPN0oTIiI

20 Eylül 2014 Cumartesi

ABRA KADABRA


Manifiesto
Bir adam elleri gitar çalmasın diye kırılıyor. O şarkısını tutmayan elleriyle değil dudaklarının kıvrımıyla fısıltıyla söylüyor. Dipçikle eziyorlar sesini. Büyüklere masallar anlatıyor, küçüklere gitar çalıyordu oysa. Ses örtüldükçe, kocaman oluyordu..

Kuş
Bir kadın, bir şarap kadehine üflüyor. Adım adım yol alıyor, sonra birden hızlanıp dansını tamamlıyor. Sonsuz bir ay ışığının altında, kimseler görmeden - görmesin- yürüyor..

Hayat; öğreti. Olmazların ön gösterimleri. Ah ne kadar da güzel böyle. Korku var. Kaybetmekten daha büyük. Gerçeklikten daha güzel acı biberler gibi. Bir uçurtma havalandığında, kırmızı...

Eylül'e bir kuş kanadı
boyadı gemileri mavi
sustu deniz
çok uzaktan bir yağmur için şimşeğini gönderdi tanrı

oysa karanlığını aydınlatmak istemişti.
her seferinde bir zaman tüneli olmalı solucan deliği.

İnsan bir muz belki,
evrim de mi mavi
biraz büyüse beyaz tenli kara bir şövalye olacakmış
da vinci.

merdivenler,
bak buradan atlar
üzerine gece çizilmiş duvarlar

abra kadabra;
"galiba bir meteor düştü, macera bizden daha büyüktü"
çünkü sesten bir yatak, renkten sıcak
..gücün sihirbazları için
abra kadabra.

...gördüğünü biliyorum
sürmeye devam et...


http://www.youtube.com/watch?v=jN_w8CbdS8o

(kara orkestra konser ver!!!)




18 Temmuz 2014 Cuma

Sürgün


"Bir düş sürgününde başladı her şey. Bir sürgün düşlerken buldu insan kendini, düşüne esir düşen"


Sabahları bir serin olur burası. 

Bilirim bisiklete binip her şey yerinde mı diye bakmaya giderdim mutlaka ilk iş. 
Fakat bu sabah böyle olmadı.
Yapamadım

Önce kalkıp perdeyi kapattım, ilk gün ışığını severim oysa. 

Sonra köşede buğday başağı gibi duran aynayı düzelttim. Bilmiyorum belki de kendime bir bakmak geldi aklıma.

Bakamadım.

Yerine iliştirdim iyice. 
Düşerse de düşer dedim yürüdüm hızlı adımlarla bahçede buldum kendimi biranda.
Su verdim ilk önce mavi ibrikle fesleğene. 
Elimi de sürttüm ama burnuma götürmedim. Kim bilir ağlamaktan mı korkarım hala.

Yüzümü yıkadım ama öylece çivinin elinden tutmuş havluya uzanmak istemedim. Göz göze geldik başımı çevirdim. Bu utangaçlığımı atamadım hala.

Bir tıkırtı geldi mutfaktan, peçkanın üzerinde çaydanlık yanlamış, çayı da severim ama düzeltmek gelmedi içimden belki deviririm diye uzak durdum belli ki, çıktım hemen oradan.

Dökme demir'den anahtar ile iki kere kilitledim kapıyı. 
Boynu yırtık bir gömlek, rengini hiç sevmedim ama çıksın da istemedim üzerimden hiç. Belki çocukluk bu yaptığım fakat öyle işte...

Giymedim terliklerimi de. Otlara, dikenlere ve çimlere basmak istedi ayaklarım, taşların üzerine bastım inatla, sivri taraflarına denk gelsin diye sıkıca. Yanmaz mı hiç insanın canı?

Yanmadı işte.

Yürüdüm, yürüdüm. Kaldırdım başımı baktım karşımda;
fener tepe yangın kulesi, kuzey yıldızı..
Bir kuş havalandı çalıların o yandan, kalbime gitti elim,
O da mı istedi kanat çırpmak acaba?

Komşu kadının sesi çalındı kulağıma, bir an irkildim sonra bile bile baktım o yöne. Senin sesin olsun istedim belli ki, başım düştü yere.

Yürümeye devam ettim öylece, vardım geldim bir büyükçe taşın üzerine. Bağırmak geldi içimden sonra, sesim çıkmadı. Boşa kaldı ağzım bağıramadım boşluğa yakınken bile...

Gözümü yummak istedim sımsıkı. 
Önüme çıkar hayalin diye cesaret edemedim, bir adım daha atmak istedim yoka, atsam sonrası yok.
Yok olamadım bile..

Bir tüfek patladı yankılandı kulaklarımda güm !!

Şimşek çaktı, ardı sıra yağmurla yıkandım. 
Kök saldı çıplak ayaklarım. Önce biraz taşa dolandım sonra değdim toprağa.. 

Biraz sağır biraz kara, yeşillendim. 
Neyden sonra mavi bulutlarla yansıdı yüzüm geceden açık kalmış  pencereden odama.

Sabahları bir serin oluyormuş, hep bu yüzden burası.




12 Nisan 2014 Cumartesi

Perde

perde
Belki,
afilli sözlerin ışıkları yanıyordu, evlerin pencereleri tütüyordu, bulutlar yükseliyordu yer altına, çekiyordu elmaları dallarından bir el, kopuyordu tufan ® gökgürültüsünde yürüyordu kuşlar, kanatları dökülüyordu damla damla, süzülüyordu ışıkları yanan evlerin pencereleri tüterken.

Bir gün döndü. Nal sesleri vivaldi. İsmiyle seslendi kuledibi. Kırıldı bardak kırmızı döküldü. Karıncalar toplandı kaldırdı her biri, birbirini. Kaydıraktan kaydı boya kalemi. Yuvarlandı ne güzel. Kalorifer peteği aniden beyaz. Şarkı söyleyebilir miydi misket.
Salladılar çıktı dışarı karga.
Bu sene hiç kış olmadı, hava hep soğuk.
Isındı, ısındı odalar.
Mutlu gülümser parmak uçlarında bir kapı.

Ne çok insan var ne çok kalabalık. Susun biraz duyamıyorum yarını.

Silversun pickups-ribbons & detours

Ne fark eder gerçi, bir bank bir şişe yarısı geçiyor saat.
Olsun, seviyorum Nisan ayını.

dark night of the soul


21 Mart 2014 Cuma

Islık

Bittiği gibi başladı her şey, iki su şişesi bir de mızıka vardı atının eğerine bağlı. Şişenin biri dolu, diğeri boştu. Ve müziği işittiğinde bir o, bir diğeri doldu ve boşaldı. Yapraklar baharın notasını dökmüştü. Biri, kırmadan yürüdü üzerine. Güzel bir güneş tüm özgürlükleri ısıtacaktı... Tüm notalar onu çaldığında, mızıkayla, trompetle, yahut ıslıkla yani tüm üflemeli çalgılarda, ve tabi nefesinde, yani dilin de dudaklarına temas ettiğinde, aşk gibi hayat tuzuyla ve eşsiz tadıyla sonsuz bir öpücüktür artık yankılanan tüm zamanlarda.

7 Mart 2014 Cuma

hiç...

temiz havaya ihtiyacı vardı. Kapıyı açtı. Perdeye bir kedi gibi dolandı. Vazgeçmesi uzun sürmedi. Kapıyı kapattı. Kendini koltuğa bıraktı. Ağır geliyordu omuzları, çöktü. Gözleri karardı. "Uyku gibi" diye mırıldandı. Oda da sesi boş bir bardağa vuran çatal gibi yankılandı. Oda o kadar boştu ki bir tıkırdı bile yalnızlığına ortak olacak kadar vakti bulabilirdi.

Mengenenin ortasında kalmış bir zihin ile kurulmuş oyuncak gibi etrafında dönebilecek oldu, sendeledi, düştü. Karanlık ondan büyük olacak ki dipsiz bir kuyuya düşer gibi de düştü.

Gözlerini açtığında çay kokusu etrafını kuşatmıştı. Teslim oldu. Yerinden doğruldu. Kollarında derman yoktu. Üşümüştü. Bir nefesle kalktı. Mutfağa doğru içgüdüsel olarak yöneldi. Bir çaydanlık ocakta, boğazı geçen gemi gibi fokurduyordu. Kısık kısık ıslık çalıyordu sanki. Anlam vermeye çalıştı, uzandı baktı, çaydanlıkta su da kaynayıp yok olmuştu. Ocağı kapattı. Hemen yanında ki sandalyeye oturdu. Sanki ayakta biraz daha kalsa düşecekti.

Ne kadar vakit geçmişti bilmiyordu. Bulunduğu evi tanımıyordu. Eşyalar yabancıydı. Masada ki tuzluğa baktı. Sevmedi. Yerine koyarken devrildi. Boştu. Nefes alışverişi düzensizleşmeye başlıyordu yeniden. Üzerinde tonlarca ağırlık onu bulunduğu yere tel bir zımbayla zımbalanmış gibi hissettirdi. Hareket ettikçe elleri kanıyordu. kesiklerinden kan akmıyordu lakin.
Parmağını yarasına götürdü sonra koklamak istedi. Tanıdıktı ama ismini çıkaramıyordu, parmağına da tam şuan yapışmış gibi bir his geldi, kondu tenine. Maviydi. "Mürekkep," dedi.

Gözleri acıyordu. Başı ağrıyordu. Tepsiye ilişti bakışları. Yansımasını gördü. Bulanıktı. Daha dikkatlice baktı. Siluet ona kendini gösteriyor olmalıydı ama yansıyan cismi tanıyamadı. Ne olduğunun farkında değildi. Ne düşündüğünü de bilmiyordu. Ayağa kalkmasının iyi geleceğini hissetti, kalktı bir adım attı atmadı, bu mutfaktan çıkmasına yetmişti. Zaman kavramı kaybolmuştu, nasıl olur da bir adımda mutfaktan çıkabilmişti. Üzerine ağırlık bu sefer bir anda çöktü,
küt...

Gözlerini açtı, bir adım atmıştı olduğuna emindi ama şuan buradaydı. Bu oda da yabancıydı, bir yatak, bir de masa vardı. Masanın üzerinde kağıtlar bomboştu. Mürekkep ve kalemi algıladı önce. Bir şey onu çekiyordu. Masanın yanında ayakta duruyordu. Sadece başı ağrıyordu. Şakaklarına doğru uzandı parmakları. Sıktı, bıraktı. Sonra burun kemiğine dokundu, sıktı, bırakmadı... sımsıkı gözlerini yumdu, açtı. Daha iyi duyabildiğini farketti. Bir müzik sesi çalınıyordu kulaklarına.

Eşlik etmeye başladı;

                              "seher yeli, sabahın ilk rüzgarı. beni andın. buldun beni. şimdi kimsin bilmiyorum. kimdim ben, neydi dokunan gözlerime. karardı her yer. karardım ben de. sonsuz bir ses, ne kadar da tanıdık geliyor benliğime. ben kimim, kimim ben. beni andın. buldun beni. seher yeli, sabahın ilk rüzgarı."

Kendi sesini daha önce hiç duymamış gibi oldu. Belki de duymamıştı. Devrilen şişeyi kaldırdı. Ellerini döküntüye sildi. Döküntüyü kağıda bastı. Kağıdı alıp kokladı, yüzüne sürdü. Ağladı. Islandıkça kurudu mürekkep yüzünde. Kurudukça ıslandı mürekkep kağıtla.
Sürdükçe açıldı yüzü. Duyuldu sesi daha çok. Kağıt oldu, mürekkep oldukça. Buldu özünü. Kağıt oldukça çizildi üzeri, acıdı canı. Kuruldu, kelime oldu. Kelime oldukça cümleye konan bir kelebek gibi çırpındı. Çırpındıkça dağıldı, Dağıldıkça toplandı. Bir nokta oldu. Bir yitti. Son bir söz gibi yazıldı kağıda.

                           "seher yeli, sabahın ilk rüzgarı. beni andın. buldun beni. şimdi kimim biliyorum. kimdim ben, neydi dokunan gözlerime böyle bildim. kararan bendim. aydınlığı görünce anladım. aydınlandım ben de. sonsuz bir ses, ne kadar da tanıdık geliyor bu his. ben kimim, kimdim ben. beni andın, buldun beni. seher yeli, sabahın ilk rüzgarı."

Sert bir rüzgar kapladı odayı, pencere sonsuz açıldı, başına bir kedi gibi dolandı perde, serinlemişti oda. Doğruldu yerinden, kamaşan gözlerini açtı, önünde duran kağıtlara baktı. Elindeki kalemi parmaklarının arasından gevşedi, yana düştü. Kağıtları saçılmış, mürekkebi dökülmüştü. Üzeri boyanmıştı. Savrulan kağıtlarla sildi masasını.
Bir kelime gözüne ilişti.
Yarım kalmış bir kelime
hiç...

le trio joubran-masar

kurgu

Bir diyardı çalıların kapladığı vadiler,
Tepeler sardığında etrafını, teslim olmak istedi.
Özgürlüğü sevdi,
Ödedi ne pahasına bir bir bedellerini.

Hareketti aldığı yola sebep,
Bayındır mevsimler döndü yüzünü,
Cevheri muğlak ve yeteneği yok idi yaşamak üzerine, bildi.

Sinmiş ise adındır, kulaklarımda çınlayan bu toprak
Ne bahar açar çiçeklerini kuru dal,
ne de son dökülen yaprak.

Sancıların kramplarla yokladığında kof vücudunu,
Odanda sıcaktın, sıcak tutuyordu yalanların ve kağıtların.
Perdelerini açmadığında, güvenliydi.
Ne var ki
halkın üşüyordu,
dışarıda bahar vakti
Tel örgülü çiçekler topluyordu eller,
kesiklerle tohumladı tekrar ve tekrar.

O eller kılıç da tuttu, bir sokak köpeğini de sevdi,
mısralar yazıldı rüzgarla,
yollar tutuldu,
kış gelmişti sonunda.
Sönük ışıklarıyla bir lamba,
sokakta uyukluyordu.

Bir tek sen misin karanlığa yürüyen vire,
bu taşlar peki
bu taştan şişeler?
Devrik birer cümle gibi
kimin ahlaksız söylemlerinde durur,
gurur,
dahil yitiyordu peşi sıra.

İstanbul yıkanıyor mu kirpikleriyle beraber bu vakit,
vapurlar yanaşıyor işte limanına,
biri koşuyor,
diğeri acı biber renginde montuna rağmen, ıslanıyordu.
Kazağının içine gazete iliştiriliyor, ısınıyordu.
Asılıyordu yalnızlıklar tunç gibi kablolarla,
olmayan mermilerle vuruluyorduk her defasında,
hayret ediyordu bizi izleyen sesler ardımızda.

Uyuyordu bir çocuk onbeş yaşında
kirliydi yorganı, korkuyordu annesi,
ağır tutsak kalbi gibi korkak.
Tedirginlik sızım sızım yerinden oynatırdı bu dal bu toprak
bir tahtırevanda oturuyordu kral,
yükseklerde alçalarak.

Şarkı söylüyor bir kadın,
bembeyaz etiyle söylüyor,
sarkıyor gövdesi bir cam buhusu gibi şen şakrak,
bilinsin hüzün işler sese mutlak.

Kayıkların yüzü yanaşık dizilerde,
birbirine eş,
aydınlık gelir mi
yıkılası bu lanet düzen leş.

Yakaları sarı,
zannetmiyorum ki ocağı tüter evi,
eski saçlarıyla geçiyor daracık geçitten,
parmakları seviyor duvarları.

Çok yaşamışlığı yok belki de,
yinede
kurduğu düşler kadar büyüdü çocuk,
sallandı ağaçlar arasından
badem topladı ninesiyle.
Parasını yırttı dedesinin
eskitti ayakkabısını.
Büyük geldi pantolonu,
ve değiştirdi sürekli okulunu,
üzgün gözleri de gezginliği de hep bu dertten,
büyüdüğü kederden,
iki paketi vardı biri düştü cebinden,
pasaport alacağı vakit geldiğinde
ürktü trenden.

Köylerden geçip şehirlerde yaşadı,
ümit etti şehirlerde, geçtiği köyleri yekten.

Zaman geçti,
yürüdü sular,
taşlar eskidi,
parçalandı kalbi,
büyüdü düşlediği kadar,
öykündü arada sırada
büyük düşleri olanlara,
arşa değmedi onun belki başı
ama gitti gidebildiği yere kadar.


https://www.youtube.com/watch?v=mCzSy-laqXo

28 Şubat 2014 Cuma

Girifit (karışık/çapraşık)

-Karma(ı)şıklık-















1. yaşamamak üzerine:

E. Akçay, iki çocuk annesiydi. Eşi işsiz kalmıştı. Paraları bitmişti. Çok bitmişti. Her şey bitmişti. Yemek yoktu,ısınacak kömür yoktu sobalarında. Alt katta ki komşuları; "anne, anne" diye ağlayarak aşağıya inan 6. yaşında ki İsa'yı görünce yukarı çıktı.
Seslendi anneye, cevap veren yoktu. İçeri girdi annenin kendisini tavana astığını gördü. Gitmişti...

" Polis ekibinin çevrede yaptığı araştırmaya göre Emine Akçay olaydan 4 saat önce cebindeki son 6 lirayı alıp yakındaki oduncuya gitti ve yakacak almak istedi. Oduncu “Bacım bu paraya odun mu olur?” deyip, Emine Akçay’ın ısrarı üzerine 10 kilo odunu çuvala doldurup, parasını almadan gönderdi. Sırtladığı çuvalla eve gelen Emine Akçay, aldığı odunlar yağmur nedeniyle ıslak olduğu için sobayı yakamadı. Sobanın yanında eski kamyon lastiğini de parçalayıp yakmaya çalıştı, ancak beceremedi. Emine Akçay, çocuklarının üşüdüğünü görünce, saç kurutma makinesini çalıştırıp, oğlu İsa’nın eline tutturdu. Daha sonra diğer odaya gidip, tavandaki salıncak demirine ip bağlayarak, kendini astı."

Kardelen bebek 7 aylıktı, İsa 6. yaşında.

M. Taş 3 yaşındaydı. Hastalandı. Gitti. Baba, hastalanan oğlu için her şeyi yaptı, hastane yoktu. Kimse yoktu... Babası giden oğlunu bir çuvala koydu, taşıdı.. Her yer kardı, kapalıydı dünyaları. Aştı, götürdü, getirdi...
gitti... Bakan soruşturma başlattığı sırada, gitmişti...

İki haber; bir anne, bir baba, üç çocuk. 5 insan, 2'si gitti, 3 tane geride yitik insan kaldı.

2.yaşamak üzerine:

4 çocuklu bir aile, anne, baba büyük insan, "büyüğümüz" diye sıfatlandıranlar var misal. 
Çocuklar okumuş, yurtdışında, ülkesinde okuyamadığı iddiaa edilen bir kızları var. Maşallahı var zehir gibi zeki, mezun olunca işi hazır, danışman.
Diğeri, en prestijli okullardan birinden mezun çok uluslu ve ortaklı büyük bir şirketi var 360 derece ile ölçsen aynı yere gelebilecek marka değeri yüksek. Baba sevgisi muazzam. Gurur duyulacak özellikte.
Rüzgar gülü dikebilmek için Ada almak isteyebilecek, o adaya kendi gemisi ile bile gidebilecek imkanlar elde etme başarısı göstermiş.
Hayırlı damatlarıyla büyük bir aile olan güzel bir evliliği olan kadir şinas bir başka kızı, yine çok başarılı bir başka oğul.. saymakla bitmeyecek müspet özellikleri olan, "looser"ların anlayamayacağı "winner"lar...

Bir ülke var. Yolları geniş, sularının altından demir raylar örülü, çelik betonlarıyla bağlanan yakaları var.
1930'ların zihniyetiyle değil 2000'lerin ruhuyla yönetilen. 

Mağdur olmuşların, kimsesizlerin sesi, "fakir-fukara ve garip-guraba" herkesin sesi. Vücut bulmuş hali tarafından kurulan bir partinin yerel seçimlerinde bile parti adına değil karizmatik liderlerinin ismiyle çağırılan yapısıyla milyonlar tarafından inanılan, desteklenen bir yönetimi var.
Bir ülke 11 yılının yönetim biçimi olarak bu isim ile boşluklarını dolduruyor.

Katrilyon büyük para.

Bir evin içinde 3 katrilyon para olduğu iddia edildi. Tartışmalı fakat aksi ispat edilme lüzumu görülmemiş kaynağı belirsiz ses kayıtlarından üstelik. Bir an için düşünmek mümkün olmuyor 3 katrilyon nasıl bir paradır. Ne kadar yer kaplar. 30 metre karelik bir odanın tamamı kapanacak kadar belki...


Böyledir işte yaşamak ve yaşamamak. Lanet olsun Lidya sana ve o paraların üzerine aslan ve boğa figürleri çizen ve kullanımını yaygınlaştıran helen medeniyetine, artemisin ışından mahrum ve kuzey tanrılarının yergilerine maruz kal. 

Bir parça bir kaç terim:

Yasama-Yürütme-Yargı
Birbirlerini denetleyen üç ayak, biri bağımsız olmazsa diğeri gider. Fıyt diye kapanan masalarınız var dimi evde hani altına bazen kağıttan destek yapıp eş olmasını sağladığımız. Bir kaysa mazallah hop gitti... İşte gitmemeli.


Hukuk
Yargı ayağının temel dayanak noktası. Günümüzde kapitali korusun diye çalışan yapı. Oysa adalet sağması gereken ilahi kudretli güç algısı.
Temel norm.
Adaleti sağlamak.
Güç.
İçi boşaltılmayan ne kadar az kelimemiz var dimi, kelimelerin üzeri ne kadar toz.. üflesek etrafı kirletmeden, ciğerlerimize dolup bizi hapşu efektleriyle dolanmazı neden olacak...

Sevişmenin suç sayıldığı toplumlarda hırsızlığın önemsenmemesi ne kadar ilginç olabilir ki yahut kabul edilebilir?

-Çok.

Karanlıklar var. Işık?
Algılar.

Dağılan kelimeler değil, zihnimiz. Bozulan cümleler değil ruh halimiz. Savrulan bahar yaprakları yahut polenler değil, insanlığımız, onurumuz.

Hiçbir şey yoktur ki insanın kendine yüklediği değerden başka.

Öyleyse umut en çok yokluğun rüyasıdır.
Yokluğun rüyası, rasyonel aklın insanın gelişimi. İnandığı değil, sorguladıklarıdır. Sorguladıkların senin ve sorgulamaya devam ettiklerin.
Tüm felsefelerin ve bilgelerin, tarihin ve dinlerin dayanak noktası. Sorguladığına inan.

O zaman futbol maçını kazandınız, tur atladınız tebrikler, ne gol oldu be.

Bir gün mutlaka
mutlak da sorgulanır.
Vicdan adalet için titrer,
ve yağmurların yıkadığı karanlık şehirlerin üzerine vuran ışık
gidenlerin sönük ferlerinde (gözdeki yaşamsal ışık,canlılık)
bir fener gibi göğü aydınlatır.

Neyse,
Hadi eyvallah...


her bahar, her umuda zorunludur.

(BU YAZININ BAZI KISIMLARINA SANSÜR UYGULANMIŞTIR)

17 Ocak 2014 Cuma

soluk


sol elimin yeteneksizliği, ama öğreniyorum.. temsili.
Keskin bir kılıç gibi kestiğinde gözlerin ayağımı
Yaralandım bile diyemeden
Bir derin nefes alabildiğim karanlığın o soyut anından

Oturduğum taş kanadı,
Süzüldü ay ışığına vardı,
Küçük bir kara balık vardı bir zamanlar
Çocuktun haliyle küçüktün
Herkesi sevebilirdi ona bakarsan yüreğin
Naparsın büyüktü dünya da.
Büyüdün yollar tanıdığında
Küçülür mü her şey karardığında hava
gölgeler de mi dahil buna!

Misal moskovada kar yağardı
Sen televizyon da toprak için savaşan köstebekleri izlerdin.
Aralıktı,
Ocaktı
Eylülü düşlerdin.

Kocaman odanda
Bir halı tam ortasında
Ayakların üşürdü bastığında yere
Minderlerden yaptığın evde yaşar,
Çamurdan arabanı gizlice yürütürdün izlerinde
Korkuyla yüzdüğünde denizlere vardıydın.

Yavaş yavaş ne vakittir,