22 Aralık 2012 Cumartesi

the dark knight

Kara bir şövalye düşer,
oyunbozan birileri hep,
vardır.

hey, aslen adın
budur;
ata binen asker.
sahi söyle bakalım bize,
-siz kimsiniz-
atın nerede!?

yoksa,
o da mı atladı peşinden.
yirmi bir aralık bulup,
ardında
vızıldayan arı maya.

ışıklar saçarak bir dünya bitti,
ve doğdu ışıklar saçarak
karanlık.

karanlık saçarak bir dünya yaşadı,
-hoşçakal-
ve karardı ışıklar,
aydınlığa çalınırken,
parmak izi bırakmamıştı.

kanun mu bu...!?

6 Aralık 2012 Perşembe

yeni baştan eski

toplanınca insanlar tek bir nefesten bir ses
haykırdılar sokaklarda
sokakların taşları gevşedi yerlerinden.
meydanları kapattılar,
tüm girişleri
ve çıkışları.
salkımlar suya saldı dallarını,
aralıktı,
üşüdüler.

bin türlü düşünce geçti
bin tane dalın aklından
bir tane ağacın bin dalı gibi
ve baharı beklemeye ant içtiler
çiçek açmak için.

kurulan düzenlerin
bir bir başkaları için yıkılması mümkün değildi.
evet yapabilirlerdi
göz yaşlarının bile sunilerini,
hayat dedikleri zaten yalandan ibaretti.

kimsler duymadan bir karanlığın içinde
yolculuğa çıktı
bir daldan uzanan bin tane dal
adım adım aldılar rüzgarda yol,
haykırdılar sokaklarda
tek bir nefeste bin sözcükle
bin yağmur yağdı tek bir buluttan,
sokaklarda taşlar gevşedi,
bin parça,
dallar yolundan vazgeçmedi.
hiçbir zaman bir anda.

29 Eylül 2012 Cumartesi

Eylül

Eylül.
No comment.

------------------------------------------
Dark Paradise

2 Eylül 2012 Pazar

Doctor! Who?

ay yalnızca bir uydu değildir.
"İyi bir adam savaşa girdiğinde gece çöker ve karanlık yükselir"
doctor who?

değişik afilli kelimeler, olmayacak, oldurgaçlar. kurcalanan bir zihin karıncalanan beden. kaçınılmaz zaman örgüsünde bize öğretilen anlamalar. çözümlemeler. anlamamalar...
peki ya zihin özgür kalırsa?
o kadar derinden çağırma beni bir gece ansızın gelebilirim diyen doctor who'nun kunteperden elbet bir çok farkı var.
romalı büyük kumandan dostum sezar'ın da dediği gibi, bir yerde ikna edilecek biri oldukça, manipülasyon her zaman bir yoldur. ya da böyle bir şey dememişte olabilir. kendisini seviyoruz.güce yükselmesini umut ediyoruz.

eğer bir zaman düzlemi hayal edebilirsen yanılırsın,
çünkü zaman bir düzlem değildir.

yalınayak kumda dolaşırken, statik elektiriğini toprağa ileticeğini sanıyorsan,
sadece bir insansın.
ve bir insan bedeni,
asla bir bedenden ibaret değildir.

nedir saçma ve kimdir o,
düşünmeden yaşa,
görmeden bak,
duymadan konuş,
dokunmadan tat.
ama tatmadan ölme.


 BBC'nin düşük bütçesiyle yarattığı kurgu harikası. yıllara meydan okuyan yapısı ve saçmalığı ile absürtlüğe karşı tepki olarak dünyaya gelip rekorlar kitabına girmiş bir yapım, doctor who.

ergenliğe bir kaçış gibi bu yaşta doktorla tanışmak hayatla ilgili ciddi uyarıcılara ihtiyaç duymak da demek bir parça aslında. gerçeklik diye adlandırdığımız ve içinde yaşadığımız hayat bu denli etrafımızı çevirmiş ve korkular yaratmışken, kurgusal korkular daha cazip hale gelip bizi aslında o kadar da korkutamaz değil mi?
doctor!!

who?

Uuuu, beybi.

Birazcık müzik;
http://www.youtube.com/watch?v=W4ZFlfIEBQA


unutmadan;  'bowties are cool.' (papyonlar havalıdır.)
zamanlordları o kadar değildir.

24 Ağustos 2012 Cuma

aylak ceza, kanun adam.

aylak mı adam
Bu gece, kendimi askerde gibi hissettim.
Postallarım ayağımda,
palaska böğrümü sıkmış,
tam şuan lanet olası bir sigara yakmıştım.

Uzun zaman önce yeni sayfalar açmak
ve değişmekle ilgili düşüncelere mahkum etmiştim zihnimi.
Zihnimin mahkumiyeti sanılanın aksine,
bir ceza değil, ödül idi.
Toplumun genel kanısından uzaklaştıkça,
daha bir üzer olmaya başladı toplumu ilgilendiren konular. İnsanlık, -bilmiyorum eski zamanları-
karanlıkta görülen yıldızlar gibi
ara ara göz kırpar vaziyet idi.

Parça, parça çevirdim düşlerimi.
Aydınlıktan korkmak,
usulca rezil bir savın peşinden koşmaktı.

Bu gece neden kendimi dün gibi hatırladığım ama hızla akıp giden bir tutsak gününde hissettim?
Özledim. Öfkelendim. Bir fotoğrafı öptüm.

Neden?
Neden sonra, aylaklık.
Nereye kadar?
Esaret, ödül, ceza.

Mutluluk yok. Gece inecek, gün günecek. Elbet bazı yüzler gülecek. Bazıları şanslı doğacak. Bazıları mücadele edecek. Kimileri hep kazanacak, kimileri kaybedecek. Bazen basamak olanlar, adım olmayı düşleyecek. Bazen adım olanlar, hep daha yukarı hedefleyecek.

Kime bu gazımız.
Herkesle, her şeyle mi sanarsın?
değil.
yine kendimize yalnızız.
kendimize düşman.
kendimize uyuyoruz, kendimize yiyip içiyoruz.
sevişmeler belki yalnızca kendimize değil ama sevişene kadar hep kendimizi kandırıyoruz.

Ne pis bi askerlik buhranı yapmışsam! kendi, kendime.
kurdum.
kuruldum.
kırıldım.
en çok ama en çok yoruldum ulan.

Oysa dedemin babasını kovduklarında topraklarından, yalınayak başı kabak, alıp altı amerikan beziyle bağlı çocuklarını düştüğünde yola.
ve göçtüğünde bu yana.
yorulmadı mı durup egeye bakınca.

hangisi zor?
sen ne yana yatarsın bilmem ama
ben hep soluma yatıyorum be dede.
bu dağınık akan kelimelerim
gün olur tıkamasın diye kalbimi
korkudan hep üzerine bastırıyorum.


30 Temmuz 2012 Pazartesi

yaz'ı kara.

hey sen usulca sokulan koynuma kin.
kirli bedeninde bir deli ruh.

ruhun, kınının içinde ki bir bıçak.
gögsüne gögsüne saplanır her umut ettiğinde
gök kuşak.

tuttuğun elinde, kandili sönen bir mum ateşi.
canını alırlar sualsiz, dar sokaklar.

yanar ellerin, söner ciğerin.
bu vakitlerde.

bu vakitlerde
sokaklar ki kırmızıya çalar,
adımların kör siyah.
emeğin dört parça,
gök uşak.

ah hayat.
ne zor şey seni sevmek.

nefessiz kalınır, ağustos akşamlarında.
yağmurlar yağar yalnızca uykularda.

darağacında bir badem.
iki ip, bir salıncak.
sallandı çocukluğum
sürttü ayaklarını,
kurudu toprak.

sövdüm geçmişime
peşisıra,
rüzgarlar süpürdü vakitleri.
küfür küfür döküldü
bademin tüm kuru yaprakları.

kimse bilmez derdini
ay ışığında asılı durur bir sonbahar.

klarnet sesleri yükselir,
belki bir düğündür,
belki bir masa başında iki avcının ilk gençlik hikayeleri.

nasıl yakalıyor sanıyorsun notalar seni acılarından.
çaresizlikler içinde
tükettin ya tüm aklını.

korkma, çözümler de buldun sen
soru işaretlerine.

sonuç; yetmiyor ömrün
çok geç
belki başka hayatta.

senin de yaşadığın bir hayatta.
bir çeşme başında
kana kana içtiğin bir tas su. var

bir gök kuşak açılır
yediveren bir tomurcuk topraktan çıkar
sokaklar hala kırmızıya çalarken
bir iki dizen okunur,
seni seven kadınların kocaman dudaklarından;
iyi çocuktu der,
lakin yüzümü güldüremedi diye mutlaka ama mutlaka eklerler.

yarınsız bir gelecekte küfür etmek üzere durduğun yamaçtır son nokta. daha ötesi yok, uçurum özgürlüktür. ne var ki özgürlük mümkün olan bir şey değildir. edirne kapısı zordur. öyle kolay kolay da geçilmez.

8 Temmuz 2012 Pazar

Aptal

aptallık ağacı
aptallık ağacı
İlk kez söyleyecek çok şeyim fakat yazılacak hiç bir şeyim yok.
çünkü
insanız.
ve insanlar
unutkan.
vefasız
ve
aptal.

yoksunluk aslında insanlığın en büyük mutluluğu
farkında değilsin değil mi!?

hep başka şeylerin peşinde doğru yapmaya çalışılanlarla
biraz daha kazıyoruz mezarımızı,
ya benimsin ya değilsin diyerek
fazlasını,
hep daha fazlasını istiyoruz.

ama sonuçta hüzün mutlak.
ışık olmayan gözlerden bulutlara yolculuğa çıkıyoruz ya
aradığımız
karanlığın için bir dolunay.

Üst baş çizik içinde
ayağında paralananların haddi hesabı yok.
yüzler görüyoruz yüzümüze bakan
gülümsüyoruz.
her gün aynı.
bakanlar görüyoruz gözlerinde hiç ışık olmayan.
ağlıyoruz evimizde ve
bir bir biriktiriyoruz
ciğerimizde.

bomboş hayat, öyle boş ki hani şu deney edilen higgs boson 
halt etsin o kadar boş. boşluğun deneyi mi olur, hayatına bir baksana her gün aynı hataları tekrarlamanın başka bir açıklaması mı var?

kütlenin arasında sıkışmış boşluklarız işte hepimiz
sen beni dinlemedin, ben zaten bu hayattan bi bok anlamadım.

tek gerçeklik
gerçekten seni sevenler.
senin sevdiklerin değil.

bak bunu işte öğrendim.
deneye gerek kalmadan.

çekip gitmek mümkün olsa, çok gidilirdi.
öyle çok gidilirdi ki...
artık gidilecek hiç bir olmazdı.
ki insanlar gidiyorlar.
hep gidiyorlar
ve olmayan yerlerde
hep kayboluyorlar.

Bazen o kadar büyük bir aptalım ki ben,
hani dünyanın en büyük aptalı kim diye sual etseler
en önde bayrak dikeni olabilirim.
titreyen yerler adına
yıkılan dünyaların ardından
dehşetle izlediğim ölümün
korkusu
ve hüzün şahittir.

ciddi ruhsal buhranlar birer not defteri gibi
ve
kalem kalem ekleniyor kirli yakama.

aptal, kirli, bombok, yaşlı, şişman, çirkin
ve ölümlüsün
daha kötü ne olabilirsin ki.

İlk kez söyleyecek çok şeyim fakat yazılacak hiç bir şeyim yok.
çünkü
insanız.
ve insanlar
unutkan.
vefasız
ve
aptallaR.

Austos/1958/Sevilla


Yasemin Mori,
-Hayvanlar/Aptal-
 http://www.youtube.com/watch?v=wt8NuBI2K9M

2 Haziran 2012 Cumartesi

At

Bir şeylerin bir anlamı olmalı.
Belki hayata bir anlam için gelmişizdir, belki hayatı da anlamaya çalışmamız da bunca, bundandır.
Bir uçak geçer, sen içinde.
Ben yolun ortasında bir arabanın camında yansır yüzler, camda benim, bulutlarda senin.
Şikayetim var Hakim bey o yüzden.
İtirazlarımı ciddiye almadın, hadi bakalım, ver kararı uydur kanuna.
sen bir atın tepesinde
senin tepende bir ay dolunaydan,
dolunayın ışığında bir mehtap,
denizde yakamozlar,
parlayın anasını satayım nasılsa,
karanlık bol,
hayaller sınırsız,
yanılsamalar oyun,
ve biz severiz oyunları.

Söz uçar yazı kalır,
peki ama nasıl unutulur susmalar,
sussam olmaz ki...
hele biri sana güvendiğinde
sırtımda bir cübbe siyahtan,
salonda yüzler kara,
kiminin bahtına çalınır o koyu kara,
kimi de bahtını aydınlatmak için çalar o karanın koyuluğunu,
lakin güvenmişse sana bir kere
her ne boksa
susamazsın arkadaş,
vazgeçmek olmaz.
sen vazgeçsen o telefonun susmaz.

Evet,
Belki hiç bir şeyin anlamı yoktur,
biz kondururuz anlamları ucuna, ucuna.
şimdi, hey austos,
kimseden teşekkür beklemeden
siktir git kaybol karanlıklarda.

koyu karanlıklarda artistliğin anlamı yok,
anlamsızlıkların da karanlıkları çok,
kime ne anlatıyorsun,
şikayetin yasaklara ise
şimdi ne yaptıysan unut,
yapmadıklarını da ekle ucuna,
hadi austos,
siktir git kaybol karanlıklarda


M. ERDEM'den gelsin o vakit
HAKİM BEY.
http://www.youtube.com/watch?v=Yy8mCKQnzWU

24 Mayıs 2012 Perşembe

Sokak ve köpek

Sokak köpeği yorulur mu?

Peki ya bakımlı bir dişinin taranmış tüyleri kadar ferah olabilir mi görünüşü bir sokak köpeğinin?

Zenginlik Nedir?
Feda etmeye değer mi bu uğurda bütün ömrü?

Peki ya bir orospudan daha mı hallicedir, ki bir adamın altına yatmak ve boktan yağ tulumlarına sarılmak para uğruna, yoksa müvekkillerin ağzında bir sakız gibi çiğnenip tükürülmek sağa, sola?
Hangisi daha zor bilemedim!

Hadi battı bu kusturucu leş düzen, başka bir dünya hakkatten mümkün mü?

Bir deniz kıyısında kırık dökük,
su alan üstelik,
bir sandal götürebilir mi engin ve sonsuz dalgalar arasından?

Diyelim umudu yüklendik,
bindik gidiyoruz işte usul usul kıyıdan,
ne var ki yükümüz ağır hayal..
ve her yanından birazcık suya değdirdik, yükü iyice şişirdik.

Oldu ya, devirdik sandalı ve yuttuk tuzlu suları!
Bir başka yabanda bir yabancı çıkıp, uzatır mı elini ve tutup çeker mi karaya,
vermeden son nefesi sönük yıldızlar da biran için parlayabilsin diye üfürmeden hemen önce.

Korkum toprağa ekilmek değil yanlış anlama, gübreyiz ya şunun şurasında.
Bir sevdalı bulut belirip yamacımızda yanılıp da dökerse damlalarını üstümüze, gider tekrar filizleniriz bakarsın ya, işte o koyuyor adama.


Norah Jones- Summertime

14 Mayıs 2012 Pazartesi

Üzgünüm...

Kötü; iyi olmayan. İyi, idare eden durumu nitelendiren bir kelime. 
Göründüğü gibi basit. Hepsi bu,
peki hepsi buyken;
Neden?

Üzgünüm;

Gönül verdiğim takımım şampiyon oldu. 
Gördüm ki, bunca engame arasında bir kaçıştan başka bir şey değilmiş. 
Kitlelerin ne kadar dolu olduğunu, 
saldırganlığın içinde volkan gibi çağladığı bireylerin oluşturduğu 
garip garip topluluklar haline geldiğini gördükçe, 
uzaklaştım her şeyden. 
                ve şimdi berbat bir küfür gibi çirkin bir tat var ağzımda.

Ben galatasaray'ım asaletiyle ilgilenirken,
kirli bir para tuzağı ve onu içine çekenlere, 
afyonlardan bile etkili bambaşka tuzaklar hazırlaması.. 
Üç kuruş paranın nasıl ceplerden çekilmeye çalışıldığı...
Heey! sen çok çalışan az kazanan, 
bırak.
çok kazanıp az çalışanlar sevinsin, üzülsün. 
Senin başka başka dertlerin var 
ve gördüğün sadece bir rüya. Sabah yeni bir kabusa uyanacaksın yine. 
Yine bir belediye otobüsünün yağlı camına dayanacak başın 
yahut kolun uzayacak 
ve belin ağrıyacak tutunma telaşında, 
                                           hayata...

para emektir, emek zamanın, zaman sensin. 
ve doğduğun gibi ölebileceksen,
                                           şanslısın.

ve, ben ölüyorum artık sanırım. 
                              Şansıma sokayım!

Uzunca bir zaman bu ruh halinin uzun ergenlikle ilişkili olabileceğini düşündüm. 
Pesimist, bohem gibi entel triplerle bi bok sanmama kendimi neden olacak ilişkilerden koşarak uzaklaştım.
Uzaklaştım da bu ne a.k!
Fakat...
şimdi anlıyorum,
gece serin bir meltemle odama dolarken
sabaha yaklaşıyorum.
gün doğacak
ve ısınacak hava
sen uyurken orada
ben üzerime çekeceğim karanlığı,
karanlık büyüyecek içimde
içimde bir zamanki çocukluğum
hiç büyümedim ki
peki ya öyleyse,
ben, ne vakit öldüm?

elimden geleni yapıyorum ama çok yüküm var
hiçbir zaman mutluluğa inanmadım.
savaşmaktan korkmadım ama
kaybetmekten neden bu kadar kaçtım.

Üzgünüm,
kelimesiz,
tarifsiz.
Ben ölüyorum şimdi
ama ben 
ben bir zamanlar da çocuktum.
hırslardan, ondan bundan sıyrılabilsem
geri döner mi zaman?
tutsam akrebi ellerimle
zehirini boşaltsam yelkovana
geri gelir mi kaybettiklerim?
ve ben dönebilir miyim
o ardımda bıraktığım geriye.
fakat bu değil belki de istediğim,
heeey sen, sen her kimse...
nasıl çözdün yaşamayı,
mutsuzluğun bu denli derinliği
korkutmuyor mu peki seni?
ne tür bir kabullenişle yumuyorsun gözünü,
anneciğim beni dünyaya getirirken ne düşündün acaba?

ve ben dünyaya geldiğim vakit,
sen?
veyahut sen dünyaya geldiğin vakit ben...

http://www.youtube.com/watch?v=ld3AZyGWEgk&feature=related

11 Mayıs 2012 Cuma

Ne?

Şimdi tam olarak olması gereken yerdeyim ama bu olmam gereken yerin bu olmadığı bilincinden kurtulmama engel değil. Olması gereken yer, hayat denilen zımbırtıda yaptıkların ya da yapmadıklarınla bir şekilde bulunduğum konumu tanımlar. Lakin bu zımbırtıda insan denilen malukatın hayalleri olduğu gerçeğini değiştirmez. İnsan, hayal kurar, düşünür, düşler. Önü alınmaz bir şekilde hem de. Aksini iddiaa eden yalan söylüyordur. Zaten son zamanlarda özellikle bu kadar iyi yalancılar yetiştirmemizin başka bir anlamı olamaz.

Olmam gereken yerin ne olduğunu bildiğim zamanlar da bilemediğim zamanlar da oldu. Olması gereken yerde bulunmanın verdiği o ağırlık, olmam gereken yerlere gidişimi hep engelledi, her gelişmede mani oldu. Olmam gereken yerin olması gereken yere bir yolculuk esnasında durak olduğunu düşünerek bunca zaman kendimi avuttum. Fakat ben artık şarkı dinlemek değil, bu boktan sesimle şarkı söylemek istiyorum.

Ben merkezci ilk ve muhtemelen iş bu tek yazıyı bu vesile ile biran önce sonlandırma telaşındayım. Öyle kurulacak cümle var ki ve her biri aslında o kadar manasız ki yazmak bile eziyet. Eee austos bozuntusu ne bok yemeye yazıyorsun o halde diyen olursa - lan kim niye desin, sanki başka okuyan var- işte nedensiz, derim. Her şey nedensiz olur, nedenini biz sonradan yorumlarız. Aynı gazete köşelerinde ki aptal fal yorumları gibi, akşam okurken eee lan harbi bak bu bundan dolayı olmuş, bilmiş oğlum/kızım adamlar, mantığı.

Acayip geveze olduğum günlerden bir günde Ülke denilen üzerinde yaşadığımız ve bizim daha iyi şartlarda yaşamamızı sağlayan yer komedi filmine dönmüş bir gündemle nefes alıyor. Hukuk, oyun hamuru gibi olmuş vaziyette, büyüklerimiz çocukluklarını özlediyse demek...

Bu nedenle çok konuşulacak değil, çok susulacak zamanlardayız. Zaman ana, yeniden doğurana kadar kendini, ben kendi biricik anneciğimin anneler gününden başlayarak, bunu okuyan herkesin anneler gününü kutlarım. Analarımız dilerim, siyasete karıştırılan kavramlar olmaktan çıkar ve o masum kokularıyla, güzellikleriyle çocukluğumuzun ellerinden tutarak yürüyen sıcaklıklar olarak, sağlıkla hep yanımızda olurlar.

Hukuk, şike, eyyam, adalet, kanun, insan, çıkar, güç, güçlü, denge, para... para... para.. endüstriyel kurumlar, amatör ruhlar. Akıllı sütler, aptal yerine konulan insanlar. Aslında baya zekiler de çevreleri kötü. Büyümüş küçüklerden olmamayı dileyen çocuklar yetiştirirler.

Kimseyi itham etmeyen ve suçlamayan, Bir salağın, zırvalıklarını dinlediniz. Vaktinizi çaldıysam affola. Vaktime ortak olduysanız eyvallah.


http://fizy.com/#s/3hx19k

13 Nisan 2012 Cuma

Bilmiyorum

Bilmiyorum.
Tuhaf hikayelerin anlatıldığı bir oyun içinde çoğu zaman, anlam veremediğimiz onca şeyle birlikte yaşıyoruz. Ve yaşamak denilen bu tuhaf hikayelerin anlatıldığı oyun ölüme erişme çabasından başka bir şey değil.

Bu yüzden anlam aramanın faydasızlığını tecrübe ediyoruz ve bu çoğu zaman için yeni bir hikaye gibi çıkıyor karşımıza. Güzel hikayeler anlatabilmek isterdim. Çünkü hikayeler güzel anlatılmak istenir.

Fakat asla bu demek değildir ki tüm hikayelerin biz adem oğulları ve kızları için tanımlanan mutluluk kavramları içinde olsun.

Yaşamak bir telaşın içinde durup düşünmeye fırsat olmadan kendimize bilmediğimiz fırsatlar yaratma çabası. ve bu çaba için verilen tüm uğurlar, ne kazandığımızı bile bilmeden sırf bir şeyler kazanmak adına çırpınmalar ölümü satın almaktan başka bir şey değil.
ve sırf bu yüzden bazıları için daha değerli bir şey ölmek.
bazıları için yoksunluk.
bazı yoksullar için ise...

Övünülecek bir şey yok.
Alınacak bir şey yok.
Oyunlar, telaşlar, çırpınışlar.
Gölgenin bir duvara iz düşümü gibi.
Sevmek var bir tek.
Ve sevmek lanetli bir şey.
Gün gelir ve bir deniz kıyısında oturursun
uzağından gemiler geçer
sen gemilerin içindekileri düşünürsün.
Oysa geminin içindekiler karaya sevdalıdır.
Kumun sıcaklığını, taşına ağırlığına düşler kurar.
Ve sen kalkarsın, yürürsün.
O gemi uzaktan öylece geçer.
Ne senin yürümenin önüne geçebilir dalgalar, ne sen durdurabilirsin gemiyi.

Bir nefesi dinlemektir sevmek. Göğüs kafesinin inip kalktığına tanık olmak için tavşan uykularına yatmaktır. Bir şiir yazarsın. Bir kaç kelimeyi bir araya getirirsin. Dilinden dökülmez. Parmakların tutmaz.
Ve uçar gider nefes, sen o nefesin peşinde bir sevdalı.

Bilmiyorum.
Başlar ve biter.
Bitenler bizi başlayanlar düşleri tanımlar geriye. Geride kalanlar, gidenleri, gidenler geride kalanları anlatır. Bilmeden.
Bilemeden gerçekten.
Bilmemeği anlatmaktır bu da işte.

25 Mart 2012 Pazar

İskemle

 Boş bir iskemle çektim karşıma, oturttum seni. Bir çay söyledim, bir de orta kahve bize. Masadan yansıdı gençliğimiz. Yaşlanmışız ulan çektik karşılıklı. Bir solukta oldu bütün bunların hepsi.
 Çay bardağa doldukça akşam oldu, içtikçe sabah. Günün battığı yerde bekledik. Günün doğduğu yere yürüdük. Bunların hepsini de bir nefese nefes ekleyerek yaptık bir çırpıda.



Sonra o çocuk üşümüş olmalı, geçti bir bir aralarından kasketli tüm yaşlıların. Uzandı kaldırdı kapağını sobanın ve attı kabuklarına tutunmuş kütüğü... bir çatırtı, bir kaç yalım sıçradı ardı sıra.. bir kaç ufak ah çektik senle karşılıklı ve bir yudumda içtik çayımızı. Ne hikayeler vardır kimbilir o masaların üzerine serili. Biz de kendimizi önemli sayıyoruz ya; yazık ulan bize.
Bırak hayıflanmayı. Bak yine kararıyor hava.


 Çıktık ağır kapıdan ağır ağır,
yürüdük bakırcılar çarçısından yukarı, boşalmıştı sokaklar ve kapanıyordu kepenkler. Ufukta kurşuni bir bulut, içinde kimbilir kaç tane damla barındırıyordu.

Susuyorsun!?
Konuşacak bir şey yok ki, her şey oluyor işte. Sadece oluyor. Ve o kadar boş ki söylenenler öncesinde ve sonrasında. Hayat işte konuşmakla sayılıyor tüm beklemeler.
Zaman denilen kordona bağlı bir metaldaki akrep yelkovan zamazingolarından ibaret değil. Zaman dediğin ya ne peki. Zaman ağır aksak akan bir klarnet sesidir. Hamiyet Yüceses'tir misal. Nasıl? zaman beklemektir ve beklerken kelimeleri tüketmektir. Neyi beklediğini bilmezsin çoğu kez.Sadece elinde tuttuğun kelimelerle beklemelerini anlamlandırmaya çalışırsın. Başka türlü kabul etmez seni hayat.
Biz kabul edilmeyenlerdeniz hayatın. Kıyıda ustura ağzında olanlar sadece severler. Diğerleri hep yaşarlar. Anlayamıyorum artık seni.
e.kozaroğlu
Anlamak işine gelmiyor çünkü. Çünkü; hayat bir caddedir. Etrafında en afilli dükkanlar, camekanlar, ışıklı, ipekten kumaşlar... evet,evet hepsi bunların hepsi olan geniş, kocaman bir cadde. Sonra insanlar var onlar zaman işte. Her insan bir zamandır. O caddeden akar giderler, kimi o dükkanların birine uğrar saatlerce çıkmaz kimisi bir başka zamanın peşine takılır yağmur gibi süzülür gider. Kimi.. Kimi de o zamanlara bakar, belki bir şeyler satması icab eder. Savrulur yaprak gibi bir ona bir buna. Çünkü evlat çünkü eşit değildir hiç bir zaman, hiç bir zamana.

Uzun uzun baktı. Gölgesi vuruyordu geniş caddenin ortasına. Korktu gölgeden. Bir ara sokağa attı kendini. Kurşuni bulutlar toplanmış göçüyorlardı. Toprak kokusunu bir kez daha içine çekti.

Gramofonda klarnet taksimi yükseliyordu,
birazdan hamiyet yüceses yankılanırdı.
Gölgesine seslendi,upuzun bir adım attı,
Antepten ayrılıyordu.
http://www.youtube.com/watch?v=fwlgtsH44a8&feature=related

24 Mart 2012 Cumartesi

Bir paris düşer

temsili, afilli ve dokunaklı  fotoğraf
Bir paris düşer ellerime,
ıslak sokaklar arasında bir tutam saçın kokusu saçılır,
ıslak saçlar bazen dudaklara yapışır
ve dudaklar kavuşur
bir paris düşerken ellerime.

Bazen geçmişi hatırlıyorum da
ne çok eskimiş kelimeler
ve akordeon solosunda acıları tarifsiz bırakan
bir hoşçakal.

bir kırık, kırmızı mızıkaya üfürüyorum hala,
sokaklara yağmurlar yağıyor,
gitmeler üzerine rüyalardan yeni uyanmışım,
taşlara sürtüyor ayaklarım,
taş sokaklarda yırtık afişler arasında seni arıyorum.
yahut seni değil
sana ait bir şeyi.
sokaklar hala ıslak,
saçların gibi,
sokaklar hala soğuk,
sözlerin gibi,
taşlarla kuşaltılmış sokaklar,
yarınların gibi,
köhne sokakların,
kirli duvarları arasında bir afiş çarpıyor gözüme,
ve bir paris düşüyor ellerime
ellerimde fırından yeni çıkan ekmek kokusuyla,
öpüyorum tüm o sokakları,
artık seni öpemediklerime sayarlar.
ve gün ışıyor olmalı uzaklarda
biliyorum,
sabahın ilk ışıklarında açıyor her seferinde sardunyalar.

http://www.youtube.com/watch?v=Y0DWmSrGYMA

21 Mart 2012 Çarşamba

Vestiyerdeki adam

John ve Lucas o günün akşamını, iple çekiyordu.

Gün bir fener gibi göğe yükseldiği vakit. Konuştular son kez. Son kez sözleştiler. Kesiştirdiler yollarını.
Ve o günün akşamında John ve Lucas yola koyuldular. Büyük binaların arasından geçip, sevdikleri kadınlara kokulu mumlar aldılar. 
Daha önce hiç olmadığı kadar güzel kokan mumlardı bunlar. Yüzlerinde kokulu bir gülümseme vardı.

Saat biraz ilerlediği vakit yemek için o şatafatlı, lüks yere girdiler. 
Kırmızıdan bir halı, uzunca bir koridor, Dev aynalar arasından geçtiler.
Masaları hazırdı ve menülerinin üzerinde ve altından yazılar vardı.

Masalarına gitmeden önce bıraktılar üzerindeki kocaman montları.
Hemen girişte bir kapı, kapının üzerinde bir yazı. Yazıda vestiyer.
Yazının altında bir adam uzun boylu, ince yapılı, kavruk tenli, kır saçlıydı.

John ve Lucas o akşam hayatlarında daha önce yemediği ama hep duyduğu bütün garip isimli yemekleri yedi. Üzerine tatlılarını söylediler. Yanında bol içki de içtiler.

Garsona teşekkür etmeyi unutmadan, geldikleri gibi gittiler.

O masada birer soylu gibiydiler. Birer burjuva. Biraz lümpen ama bok sürdürmeyen kendilerine tiplerdendiler. hiç bir şeye halk dendiğini ve fakat her şeyin hiç bir şey yani halk olduğunu idrak ettiler.
Kalktılar yürüdüler dev gibi aynaların arasından, kendilerini gördüler, tanıyamadılar. 

Birazdan tanıyacaklardı.

Hemen girişte bir kapı, kapının üzerinde bir yazı, yazıda vestiyer, yazının altında bir adam uzun boylu, ince yapılı, kavruk tenli, kır saçlıydı.
Mağrur gülüşüyle karşıladı John ile Lucas'ı.

John ve Lucasta bir gülümseme takındı. Yavşak, yitik, umutlu fakat çelişkili.

Montlarını aldılar. Fişlerini verdiler.

Vestiyerdeki adamda vakur ve beklentili bir gülümse

John ve Lucasta titreyen bir ses.

İyi geceler dediler.

Vestiyerdeki adamı geride bıraktılar, çıktılar o dev kapıdan.
Kapı arkalarından kapandı.
sessizce hiç ait olmadan kapandı. 
o çocuklardan biri Cumhuriyet Savcısı, diğeri İstanbul Baorsu'nda Avukat oldu.

Vestiyerdeki adamı düşündüler.
Hep düşündüler.
Hep düştüler.

Ne o, ne de o artık onlar olacaklarını bilmeden, büyüdüler.

Vestiyerdeki adamın onları hiç unutmadığını biliyorlardı.
Onlar da hiç unutmadılar.

Büyük binaların arasından gençliklerine doğru yürüdüler. 

Büyümüşlerdi.

O geceden sonra hep vestiyerdeki adamı düşündüler.
Hep düşündüler.
Hep düştüler.

Büyüdüklerini bile unuttukları ve kendilerinden uzaklaşana kadar yürüdüler.
Liseli çocuklardılar. İki binli yıllar henüz başlamıştı.

Görecek çok şeyleri vardı.
Bu ise ilk hikayeleri.


Bir hiç üzerine

bazen duvarda bir afiş, bazen alışverişte fiş, bazen yalnızca boktan bir düştür bahar. fakat ne afiş, ne fiş, ne de düş uğramaz insan oğlunun duraklarına.

biz çok kişiydik, aynı zamanlarda aynı mevsimleri tanıdık.
İlkokul sıralarında göz ucumuzla her seferinde baktık o renkli panolara. Kulağımızda öğretmenin ders sesi. Aklımız teneffüs sesinde okuduk yıllarca. Yıllarca okuduk. Bir sabah ansızın bahar gelir diye beklemeyi öğrendik ana kucağında.

Biz çok kişiydik. Aynı zamanlarda aşık olduk.
Kimimiz birbirine, kimimiz kuşa, köpeğe, minik bir tosbağa, kimimiz karşı sınıfta bir güzele, bir mahalleye, şehire, resime, kitaba, bir roman kahramanına, müziğe, gitara...

Biz çok kişiydik. Aynı zamanlarda tanıdık sevinci, çoğu kez yalnızlığa eş olduk acımızla. Önce yıldızları, ay'ı, denizi, ışığı, kumu tanıdık. Sonra yakamozu öğrendik. Sonra o yakamozun güzelliğine sebep küçük balıkçıkların olduğunu öğrendik.
Şarkılar söyledik olmazlar üzerine, şiirleri öğrendik. Ve kelimeleri tanıdık.
Aşkı öğrendik, denizin üzerinde bir vapurda, minik bir dudakta.

Biz çok kişiydik. Sonra ayrı olduğumuzu öğrendik. Farklılıklarımızı tanıdık. Kusurları gördük. Aslında bunlarla yaşanıldığını farkettik.
Fakat aslında çok kişi olmadığımızı öğrendiğimizde, önce öğrenmekten vazgeçtik, sonra düşlemekten, sonra kelimelerden, afişlerden, baharlardan vazgeçtik.
Vazgeçmenin de öğrenildiğini,
ana kucağında beklemeyi öğrenirken öğrendiğimizi,
çok geç farkettik.
Biz çok kişi olduğumuzu, kendimizin bir hiç olduğunu idrak ettiğimiz de öğrendik.
Sahi biz ne çok şey öğrenmişiz!

Mart'ı hiç sevmiyorum.

14 Mart 2012 Çarşamba

Dökülmek üstüne...

Sözler sadece dilden döküldüğünde yazılmaz, yazılırken de dökülür bazen insan.
Öyle dökülür ki bir daha dökülemeyeceğini sanırsın.
Her zaman yanılır insan.
Yine döküleceksin.

Sözler sadece kağıda yazılmaz üstelik, duvarlar vardır sözler için misal. Öyle beylik laflar, slagonlar yahut komik manalar için değil. Bir elin sürter bir gün duvara, kesilirsin. Elinde bir iz, duvarda bir iz.

Sonra, sonrası iyilik güzellik dersin.
İyilik pozitif bir ruh halini yansıtan kelime değildir. Aldırmazsın. Güzellik ah öyle mi.
Herkes elini sürter duvara ve herkesin dökülecek kelimeleri vardır güzellik üstüne.
Bizi bu güzellik öldürecek. Biliriz.

Çirkin günler vardır sonra. Baya bildiğin leş, berbat, kötü günler.
Güzellikleri düşlemeye korkacağın günler, düşlerinde bile kirlenirler diye.

O yüzden devam edersin o eğri büğrü yoldan,
Kalem ve kağıt için ne ormanlar yeter ne de kelimeler bazen,
ve içinde ki sıcak çatlatmaz bardağını,
art niyetli bedbah ruhlar dolarken buz gibi,
çatlar, kırılır, dökülürsün.
her şeye rağmen bilirsin.
günün birinde, bir gün sonsuzluğunda tutsak yaşadığını.

İşte belki de sırf bu yüzden; 
sözler sadece dilden döküldüğünde yazılmaz, yazılırken de dökülür bazen insan.


22 Şubat 2012 Çarşamba

Kelimeler

Kelimeler,
mahpus türkülerine dizilmiş birer birer, kuştur.
Ah kelimeler
Toy bir sevdadır.

Ve emek...
ve çalışmak...
ve iş,
ve güç
terine karıştırılan kirdir
tüm patroncuklar.

Oysa umutlar vardır sıraların üzerinde,
sıraların üzerinde bir de çürümüş dirsekler.
Özgrülük türküleridir boş zamanlarda,
satırlarca karalananlar.

Tükenmez kalem kokusunda uyumaktır
ve ispirto renginde rüyalardır okumak.
Okumak ki sayfalar dolusu bilmem kimin düşünselliğinde,
kendi düşlerini kurmaktır her seferinde.

Yolun üstüne konmuş bir kuştur
ilk maaşın,
herkesin bir şekilde üzerinden geçtiği.
ve güzel bir kadındır ilk resmi imzan
kıvrımlarında buram buram testesteron
ve her seferinde farklı farklı çizdin harflerin bitimlerini,
sen bilmeden.

Unutmaktır
ilk sigaranın o boktan tadını
ve üfledin dumanda kimbilir neleri savurduydun,
o meçhul dünyana.

fakat kata unutmamaktır
ilk öpücüğün o eşsiz tadını
ve dudaklarda başlayıp dudaklarda bittiğin
ve o ilk erkek olduğun
ve ilk kadınının adını.

Ah kelimeler utanmaz kelimeler
yaban-cı-sın.
Nasılda kızarır yüzleri
olmadık yerde döküldüğünde dillerden.
ve dişlere her vurduğunda çıkardığın o kısık seste anlam bulan kelimeler.
şimdi bir tünelin ardında hep
sımsıkı gizlenirler.

son nefesin buğusunda
ve kirlenmiş düşlerin kınısında,
bir bıçak gibi kestiğinde elini
kağıt,
yazılacak son sözlerin
bir darağacında sallanırken
yaşın onaltı ya var ya yok.
ayakların yere sürter hala salıncakta.
ve yırtılan ayakkabılarındır
çocukluğunun mirası
üzerinde toprak
ve üzerinde çamur
senin en temiz lekendir,
bugününde.

ah kelimeler viran kelimeler
son sözlerimdir bilesiniz
hoşça kalın.

16 Şubat 2012 Perşembe

Durak

Bölüm 1
-Çöl-

Durdu.
Etrafına baktı.
Ne upuzun ağaçların altında bir gölge, ne bir ırmağın mayhoş suyunun serinliği, ne de sarp dağların ardında bir bulut yoktu.
Yürümeye karar verdi fakat hangi yöne gidecekti bilemedi. İleri doğru uzandı adımı, vazgeçmesi tüm kararları gibi ani oldu.
Soluna baktı, yüzüne bir yalım değmiş gibi irkilmeside bu andı. Birden gök yarılırcasına bir ses işitti, bir işaret bekliyordu ama bunu nasıl yorumlayacağını bilemedi.
Korkmaya başlamıştı. İçinde ansızın bir sızı peyda oldu, kalbinden midesine doğru inen bir fay kırığı gibi bir kıvılcım ve oradan ipince akan bir ateş tek hissettiğiydi.
Duyumsarken bunu gözleri de yavaşca kapanmaya başlamıştı. Aklına bi an için o gelmişti.
Fakat kimdi?
Neydi bilemedi.
Kalbinden midesine inen kırık fay içinde sımsıcak bir sıvıyıda hapsediyordu, vücudu bacakları üzerinden bir ton ağırlık uyguluyordu neredeyse, sola doğru bir adımı da nihayetinde bu an atmıştı ama adımını tamamlayamadan olduğu yere boş vir çuval gibi serildi.
Düşerken zayıf bir küt sesi boşlukta günlerce yankılandı .


Bölüm 2
-Sokak-

İnce bir yağmur tüm sokakları aynı şekilde yıkıyorudu, gri taşlar kurşuniye dönmüş ılık bir meltem sona kalmış sarı yaprakları umutsuzca savuruyordu.
Etrafta neredeyse hiç ses yoktu.
Bir adam, upuzun kaldırımın tam ortasına uzanmıştı. Başının sol yanında yalın bir köz gibi kızarıklıktan ince mat kırmızı bir ateş böceği gibi karnlıkta belli belirsizce parıldıryordu. Ne parıldamak. Sanki dev bir karanlık evrende ki tek dünya gibi fark ediciydi.
Hiç hareket etmeden gözlerini açmaya çalışıyordu genç adam, 25 - 30 yaşlarında ya vardı ya yok, uzun boyunu sarmalayan siyah bir paltosu sırılsıklam olmuştu, boynuna özensizce dolanmış siyah el örme atkının püskülleri yerdeki su birikintilerinin içinde balık lavrası gibi salınıyordu.
Siyah saçları yüzüne ve ensesine dökülmüş, ayağında kocaman postalların bağları da çözülmüştü. Göz kapakları o kadar ağırdı ki bir yük kaldırır gibi zorlanarak cigerlerinden çıkardığı hırıltıyı gecenin tüm karanlığını yırtsın diye dışarı salıyordu. Hırıltının ardından yere düşen belirsiz kelimeler boşlukta gök gürültüsü gibi yankılandı.

Bölüm 3
-Oda-

Saatin sesi o gün her zamankinden daha gürültülü çalıyordu, yatağından fırlar gibi çıktığında ilk hareketiyle yere bastığı çıplak ayakları yerin taş betonunda adeta şok etkisi yaratarak uyanmasını sağladı. Daha önce hiç bu kadar çabuk uyanmamıştı, aklındakiler belki de onu bu denle onu güne hazır hale getirmişti. Oysa gece çok geç saatlere kadar masasında çalışmış, küçük masa lambasını bile söndürmeye fırsat bulamadan yatağın bir köşesine emanet gibi ilişircesine kıvrılmıştı. Yere dökülen mürekkep şişesine gözü takıldı. İlk hissettiği acıma olmuştu. Yerin kirlendiğine, yahut dökülen mürekkebe değildi bu acıma, yazamadığı onca cümlenin bir nehir gibi akışını izlerken tekrar uykusunun gelebileceğini fark etti, iyice doğruldu fakat dökülen boya ve sıvalarını gizlemek için yapıştırdığı duvardaki eski fotoğraf yerinde yoktu, onun bu köhne hayatındaki en değerli şeyiydi, her sabah uyandığında ilk baktığı şey hep o olurdu. İçi kocaman bir korkuyla kaplandı, tüm hücrelerine bir zehir gibi dolan adrenalin hormonu vücut ısısını da bir anda düşürmüştü, titremeye başladı. Hızla doğrulduğu yatağına bıraktı kendini, son bakışı dökülen mürekkep şişesine olmuştu ve aynı onun gibi damla damla kapanıyordu gözleri. Mürekkep damlalarının yere çarparken sesi, yaşamı gibi köhne odada sonsuza dek gökgürültüsü gibi yankılandı.

Bölüm 4
-YOL-

Şiddetli bir baş ağrısı kar taneleri gibi ellerine düşüyordu. Gökgürültüsü o derin boşlukta lapa lapa üzerine yağıyordu artık. Kalktığı yere baktı, belirsizce bakındı, boşluk her yeri derin bir karanlıkla kaplamıştı. Sesleri duyabiliyor ancak gözü karanlığa bir türlü alışamıyordu.
Ölüm gecenin tam üçünde onu bulmuştu.
Doktorlar raporlarını düzenlediler.
Bir sedyenin üzerinde tekerlekler tıngır mıngır ilerlerken uzun beyaz mermerlerin üzerinde her köşeyi dönüşlerde çıkan ses en az ölüm kadar rahatsız ediciydi.
Elif teyze yerleri yeni silmişti ama bu ses onun suçu değildi. O tüm gece çalışmış evdeki küçük çocuklarını gurbettin yollarını anlatarak uyutmuştu. Çocukları bir kız, bir erkekti. Biri iki diğeri, üç yaşındaydı. Çocukları hayatta ki tek varlıklarıydı. Birlikte bıldır ki sonbahar eminönünde bir fotoğraflarını çekmişti eşi Hayri. Hep gömleğinin cebinde taşırdı. Gögsünde sakladığı bu fotoğrafın yıllar sonra bir duvarın çatlağını örtecek şekilde genç bir adam tarafından tüm özlemlerinin yanında asılı olacağını nerden bilebilirdi.

O sırada acil servisin otomatik kapısı açıldı, serin bir rüzgar içeri zil sesi duymuş ilkokul çocukları gibi doluşmuştu.  Bir an için açılan bez örtünün arasından görünen yüzü gördü. O sedyede bir cansız bedenin yol aldığını biliyordu.
Yazık çok da gençmiş diye içinden geçirdi ama asıl önemsediği kirlenen yerler olmuştu. Bu çocuklarına bir saat daha geç kavuşması demekti. İşini bir an önce bitirip yanlarına gidebilmek için her şeyi yapardı.
Erken yaşlanan genç bir kadındı Elif.
Çocuğu tam yirmi beş yaşında
duvarında olması gereken eski bir fotoğraf,  odasında mürekkep lekeleriyle yatakta bir boşluğun ağırlığıyla duruyordu. Boşluk bir kurşuni kaldırımda ki serinlik,
bir bomboş çöldeki umutsuzca beklenen gökgürültüsü gibiydi.
Boşluk o yüzü gören elif'in
içini kaplayan tarifsiz korku ve evine, çocuklarına bir an önce gitme telaşıydı.
Boşluk uzun ince bir yoldu.
Yol her zaman bir noktadan diğerine götürmezdi.



Broken Bells- The high road
http://www.youtube.com/watch?v=gWBG1j_flrg

28 Ocak 2012 Cumartesi

düş bahçesi


olmayan yollarda olmayan biri
attı adımını dışarı.

kar korkutmadı gözünü hiç,
fırtınadan ürkmedi.

derdini aldı,
attı sırtındaki çantasına,
yorgundu ya dizleri
yoktu tutunacak da bir bastonu.

Vardı gurbet yollarına,
olmayan zamanlarda
tanımlayacak kimse yoktu onu.
ne aradığı vardı,
ne gideceği diyarlar
bir düş bahçesinden geçtiği sırada,
seslendiler sadece bir kez adını.

yorgundu gözleri,
kurumuştu dudakları,
rüzgarın yarenliği
yakmıştı tenini.

bir yudum su için
çıkarttı dertlerinin arasından,
tasını.

yaktı sönük bir ateş,
eski kitapların kaplarını yırttı.

attı alevin harına,
ve kaynattı bir tas suyunu.

hepi topu bir avuç
içti kana kana tüm hasretini.

gurbetlik zordu be arkadaş,
yalnız vurdun yine yollara kendini.

olmayan yollarda, olmayan biriydi,
bir düş bahçesinden geçtiği sırada,
seslendiler adını.


http://www.youtube.com/watch?v=4rhJUo9tIYY

Kara Güneş/Yok

14 Ocak 2012 Cumartesi

kulübe


Sığınmak en yaşamsal duygudur.
Bütün canlılar sığınılacak bir yer bulma güdüsü ile hareket eder, yaşar ve bu uğurda ölür.

Bazen bir limandır sığınılacak.
bazen sıcak bir yatak bu yüzden.

bazen bir güneş ışığına sığınırsın,
bazen rüzgardan korunaklı kuytu bir köşeye.

bazen bir yağmurdan kaçmak için saçak altı olur sığınağın,
bazen boranda kardan ve kuru ayazdan koruyacak seni, eski bir kömür sobasında ki o tok sesli ateşin etrafıdır, sığınağın.

Herkesin bir sığınağı vardır.

Fark etmese de,
kabul etmese de,
yılgın kalabalıklardan sığınmak için saklandığı bir iç dünyası.
yorgun hayallere daldığı düşleri, iki satırı için milyon kelime ettirecek kitaplarıdır sığınağı.

Kimi zaman bir film sahnesi, bir fotoğraf karesinde saatlerce sığınabilir.

Yahut bir dost sohbeti için tüm hikayelerini biriktirip, korkularından sıyrılıp soluğu o masada alabilir sığınmak için.

İki tas çorbanın tüten dumanı da olur, o eski kulübe de sığınağın.

Ve bazen,
bir annenin kucağıdır sığınak,
kanayan dizlerine üflemesi için oturduğun.
ve bazen de bir babanın elleridir
ilk iki tekerlekli bisikletinin selesini tutan.

Bazen bir abi'nin sözleri,
ablanın gülüşü,
kardeşin sıcaklığıdır.

bazen de
sevgilinin eşsiz dokunuşudur saçlarına, yanaklarına, yüreğine.

Unutmamak gereken tek şey sığınak olarak gördüklerimizin de bir sığınağa ihtiyacı olduğudur.
İşte bazen unutmamak da sığınılası bir hal alır bu yüzden.

http://fizy.com/#s/1ai54k