30 Aralık 2011 Cuma

not defteri


İnsanlar farklı, farklıdır.

Misal; Siz her şeyi biliyorsunuz, ben ise sadece kendimi.

İşte aramızda ki en büyük farkta bu... dedi sanık.

Gözleri çoktan tutsak edilmişti.

Yüzünde demir parmaklık izleri, elleri sardunya kokuyordu.

Evet o bir sanıktı, muhabbetle yargılanan dili umut, düşleri esaret...

Suçu kendi olmaktı, kanunlar ise yazılı olmayan basbaya hayattı.

Yağmur yağdıkça yargılanır, gündüzleri hüküm giyerdi.

Geceleri ise sessizdi. Geceler hep sessizdir.

Ay konuşmak istese, yıldızlar göz kırpar müsade etmezdi.

O yüzden, yalınzlık üniformasını sırtından hiç çıkarmazdı.

Ve tüm bu olan biten yüzünden,

yüzünde yavşak bir sırıtış peyda olmuştu.

İşte "sanığın sırıtışı" hikayesi böyle başlamıştı.

10 Aralık 2011 Cumartesi

mendil


Derin bir nefes aldı,
ve odasına girdi.
Odada bir karyola, bir demir soba, yerde birkaç şilte dışında pek bir şey yoktu.
Duvarda cılız aleviyle lüks eski fotoğrafları aydınlatıyordu. karyola da yatan karısına baktı. yazması başında uyuya kalmıştı.
dışarısı çok soğuktu, üzerindeki karları içeri girmeden silkmiş olmasına rağmen kar taneleri omuzlarında birer anı gibi parıldıyordu.
sobanın kapağını olabildiğince sessizce kaldırdı.
yerde duran büyükçe bir odunu usulca hara yerleştirdi, maşa ile şöyle bir karıştırıp, kapağını kapattı.
cebinden baba yadigarı tabakayı çıkardı. odanın en köşesinde ki şilteye ilişti, gölge kadar sessiz, rüzgar kadar soyuttu.
tütünü kağıda iyice yaydı. kipritte onun kadar sessizdi. ufak bir cız sesi ve iki saniyelik bir aydınlıkta yaktı sigarısını. derin bir nefes aldı.
nerden baksan yetmişsekiz yaşındaydı. değilse bile bacaklarındaki ağrı en az yüz senelik gibiydi.
yün çoraplarının sardığı parmaklarını şöyle bir ovdu.
çocuklarını özlemişti.
üç çocuğu vardı. hepsi erkek.
biri öğretmen olmuştu. köy enstitülerinin en başırılı öğrencilerinden biriydi. şimdi çok uzaklarda görevdeydi.
biri istanbul'a çalışmaya gitmiş. tekele girmişti. cibaliden aldığı tütünleri uzun yollara seriyordu.
en küçüğü ise, polis olacaktı. nazilli polis okulunu evvel kış kazanmıştı.
geceler hep uzundu.
cebinde kalan son paraları düşündü.
sonra karısının sabah istediği yeleği.
Hep onun yerine getiremediği isteklerinin kahrı içine dert olmuş, bu derdin kalıntıları ise onu daha da sessizleştirmişti.
pek konuşmaz, dünyasını içinde yaşardı.
on dönüm tarlası,
ve evinin önünde iki dönümlük bahçesi vardı. bahçesinde otlar, eski taştan bir evdi mirası.
pek bi şey kazanamasa da bu topraklardan bir de söz vardı ona düşen mirastan. "topraktır evlat" derdi hep, "toprak satılmaz. Çok dara düşürmesin rab, yine de satılmaz."
babasının sözlerini hiç unutmadı ama babası bütün topraklarını bırakıp kaçmıştı Ruslar'dan.
balkan harbinin en sert vurduğu yıllarda,
ocağı tüten evini bırakıp düşmüştü yollara,
cayır cayır onu ağlatarak terk etmişti yurdunu.
hüseyin efendinin babası o zamanlar küçücük bir çocuktu.
tek hatırladığı o kadar büyük bir ateşi hayatı boyunca hiç görmediğiydi. bir daha hiç öyle büyük bir ateş görmedi. Urumeliden uzaktaydı, babası gibi.
şimdi ise binbir zorlukla okuttuğu çocuklarından uzaktı. yorgundu.
hayatta ki tek yoldaşı karısından bile uzaktı.
Aynı odada hep aralarında bir karyola mesafe vardı.
Karısı hastaydı.
ciğerleri onu sürekli öksürtüyordu.
cebindeki son bir kaç kuruşa bir daha bakmak için doğrultu, sanki bakınca çoğalacaktı ama umutla baktı yine.
sigarasının birikmiş külünü, sobaya dalından düşen bir yaprak kadar sessiz bıraktı.
beş diren hepsi bu.
cebinde bundan başka
bir çakısı,
bir de mendili vardı. karısının gençliğinde, yiğidi için oyaladığı mendildi bu.
en değerlisiydi.
tüm acılarını, özlemlerini nakışladığı mendil.
ölürken bile kefenin içine ilişecekti.

Yerinden tekrar doğruldu. Sigarasını söndürdü. kafasında ki kasketi dizine yerleştirdi ve gözlerini kapattı.
tekrar açtığında gün ağırıyor, ezan sesi tüm odayı dolduruyordu.
soba sönmüş olacak ki,
oda soğuk,
parmakları buz kesmişti.
yavaşça yerinden doğruldu,
yatağa baktı.
yatak boştu.
Bağlantı(birinci bölümün sonu)