30 Aralık 2011 Cuma

not defteri


İnsanlar farklı, farklıdır.

Misal; Siz her şeyi biliyorsunuz, ben ise sadece kendimi.

İşte aramızda ki en büyük farkta bu... dedi sanık.

Gözleri çoktan tutsak edilmişti.

Yüzünde demir parmaklık izleri, elleri sardunya kokuyordu.

Evet o bir sanıktı, muhabbetle yargılanan dili umut, düşleri esaret...

Suçu kendi olmaktı, kanunlar ise yazılı olmayan basbaya hayattı.

Yağmur yağdıkça yargılanır, gündüzleri hüküm giyerdi.

Geceleri ise sessizdi. Geceler hep sessizdir.

Ay konuşmak istese, yıldızlar göz kırpar müsade etmezdi.

O yüzden, yalınzlık üniformasını sırtından hiç çıkarmazdı.

Ve tüm bu olan biten yüzünden,

yüzünde yavşak bir sırıtış peyda olmuştu.

İşte "sanığın sırıtışı" hikayesi böyle başlamıştı.

10 Aralık 2011 Cumartesi

mendil


Derin bir nefes aldı,
ve odasına girdi.
Odada bir karyola, bir demir soba, yerde birkaç şilte dışında pek bir şey yoktu.
Duvarda cılız aleviyle lüks eski fotoğrafları aydınlatıyordu. karyola da yatan karısına baktı. yazması başında uyuya kalmıştı.
dışarısı çok soğuktu, üzerindeki karları içeri girmeden silkmiş olmasına rağmen kar taneleri omuzlarında birer anı gibi parıldıyordu.
sobanın kapağını olabildiğince sessizce kaldırdı.
yerde duran büyükçe bir odunu usulca hara yerleştirdi, maşa ile şöyle bir karıştırıp, kapağını kapattı.
cebinden baba yadigarı tabakayı çıkardı. odanın en köşesinde ki şilteye ilişti, gölge kadar sessiz, rüzgar kadar soyuttu.
tütünü kağıda iyice yaydı. kipritte onun kadar sessizdi. ufak bir cız sesi ve iki saniyelik bir aydınlıkta yaktı sigarısını. derin bir nefes aldı.
nerden baksan yetmişsekiz yaşındaydı. değilse bile bacaklarındaki ağrı en az yüz senelik gibiydi.
yün çoraplarının sardığı parmaklarını şöyle bir ovdu.
çocuklarını özlemişti.
üç çocuğu vardı. hepsi erkek.
biri öğretmen olmuştu. köy enstitülerinin en başırılı öğrencilerinden biriydi. şimdi çok uzaklarda görevdeydi.
biri istanbul'a çalışmaya gitmiş. tekele girmişti. cibaliden aldığı tütünleri uzun yollara seriyordu.
en küçüğü ise, polis olacaktı. nazilli polis okulunu evvel kış kazanmıştı.
geceler hep uzundu.
cebinde kalan son paraları düşündü.
sonra karısının sabah istediği yeleği.
Hep onun yerine getiremediği isteklerinin kahrı içine dert olmuş, bu derdin kalıntıları ise onu daha da sessizleştirmişti.
pek konuşmaz, dünyasını içinde yaşardı.
on dönüm tarlası,
ve evinin önünde iki dönümlük bahçesi vardı. bahçesinde otlar, eski taştan bir evdi mirası.
pek bi şey kazanamasa da bu topraklardan bir de söz vardı ona düşen mirastan. "topraktır evlat" derdi hep, "toprak satılmaz. Çok dara düşürmesin rab, yine de satılmaz."
babasının sözlerini hiç unutmadı ama babası bütün topraklarını bırakıp kaçmıştı Ruslar'dan.
balkan harbinin en sert vurduğu yıllarda,
ocağı tüten evini bırakıp düşmüştü yollara,
cayır cayır onu ağlatarak terk etmişti yurdunu.
hüseyin efendinin babası o zamanlar küçücük bir çocuktu.
tek hatırladığı o kadar büyük bir ateşi hayatı boyunca hiç görmediğiydi. bir daha hiç öyle büyük bir ateş görmedi. Urumeliden uzaktaydı, babası gibi.
şimdi ise binbir zorlukla okuttuğu çocuklarından uzaktı. yorgundu.
hayatta ki tek yoldaşı karısından bile uzaktı.
Aynı odada hep aralarında bir karyola mesafe vardı.
Karısı hastaydı.
ciğerleri onu sürekli öksürtüyordu.
cebindeki son bir kaç kuruşa bir daha bakmak için doğrultu, sanki bakınca çoğalacaktı ama umutla baktı yine.
sigarasının birikmiş külünü, sobaya dalından düşen bir yaprak kadar sessiz bıraktı.
beş diren hepsi bu.
cebinde bundan başka
bir çakısı,
bir de mendili vardı. karısının gençliğinde, yiğidi için oyaladığı mendildi bu.
en değerlisiydi.
tüm acılarını, özlemlerini nakışladığı mendil.
ölürken bile kefenin içine ilişecekti.

Yerinden tekrar doğruldu. Sigarasını söndürdü. kafasında ki kasketi dizine yerleştirdi ve gözlerini kapattı.
tekrar açtığında gün ağırıyor, ezan sesi tüm odayı dolduruyordu.
soba sönmüş olacak ki,
oda soğuk,
parmakları buz kesmişti.
yavaşça yerinden doğruldu,
yatağa baktı.
yatak boştu.
Bağlantı(birinci bölümün sonu)

24 Kasım 2011 Perşembe

Metrobüs insanları...

Birazdan bir metrobüs günlüğü okuyacaksınız.
Oturabilen birinin,
kendine yazdığı
bir mektup olarak kaleme alındı.

yer: zincirlikuyu metrobüs durağı

saat: 19.00 suları...

hemen kış öncesi...

Kız düştü!

Öğrenci!
Mimarlık falan olmalı.

Projesini - kutudan bir ev gibi- hep ezdiler!

İnsanlık hayvan gibi kükreyerek bekliyordu yanaşacak otobüsü ve açılan kapılara yapılan atakta iplerinden salınmış vahşi hayvan sürüsü gibi olacaktı haliyle. Oldu da nitekim.

hayat değil lan bu!

Ahanda kız ağlıyor, susmaz bu kız!

şanslı ve vahşi ve kurnaz ve güçlü olanlar oturdu.
zayıf ve şansız olanlar ayak.

evrim gibi lan!
yeminle bak.

korkarım çocuklarımız vahşi bir ortamda yaşayacak! çocuklarıma oyuncak metrobüs almalıyım ve onlara hayatı öğretmeli çok tekerlekli bir oyuncakla. feleğin çemberine karşı gelinmiyor evlat, bu insanlara kızma, onlar binmek zorunda o taşıta, evde bekleyenleri var, ayaklarında günün yorgunluğu..

Kız hala ağlıyor,
kalabalık unuttu bile kızı. O ilk an haykırışına sadece şöyle bir baktılar. her sese tepki veren sürünün tüm özelliklerini gösteriyorlardı.
Kız, "emeklerim" diyor. "gecelerim, günlerim gitti hep!"
şimdi n'olacak kıza,
belki sınıfta kalacak lan, belki yine harç yatıracak hani şu her sene ayarlamalı olanlardan,
belki devlet kredi verir lan belki.. bi umut..
peki ya sonra?
sonra da onu geri alacak ama lan.. aynı bir banka gibi farksızdı sahi o sistem.
unutmuşum kız çocuğu ama sen yine de yüzünü dökme olur mu!

Metrobüs alabildiğine kalabalık. İnsanların gözleri hep alık bakıyor buğudan görünmeyen camlara.
Biri pembe bir sakız çiğniyor ayakta üst demirlere asılıyor. Kolu çıkacak gibi lan.
Oturanlardan biri küpeli, kasketli bir delikanlı tespih mi elindeki!?
Biri uyukluyor başı yanındakinin omzuna düşmüş ama yanındaki ne iyi lan sanmıyorum tanış olduklarına ama rahatsız etmiyor, ne bileyim dürtmüyor.. gülümsüyor sadece ağzının kenarlarıyla, gözleri hala alık..
komik lan kafa düşmüş sağa falan.
ama kimbilir ne kadar yorgundur bineli iki dakika olmadan teslim oldu uykuya sabah kaçta kalktı acaba...

Bırak onu da;
Kutu gitti lan kutu!
Maket evmiydi ki!?

Neyse ki oturanlardan biri aldı kutuyu kucağına. Ev desen... değil.. ama her neyse çatısı yok artık. Bacası da tütmez ..
Uhu fayda eder mi ki onca gecenin emeğini tekrar bir araya getirmeye.
Kız yaslanmış körüğe, bir eli kapatmış yüzünü,
saçları düşmüş yüzüne. gözleri nemli. gözleri dalgın. gözleri umutsuz. gözleri bir gece yanığı.. simsiyah.

Kutu gitti lan kutu!
Maket evmiydi ki!?

http://www.dailymotion.com/video/xc71ir_laco-tayfa-zuluf_music

26 Ekim 2011 Çarşamba

Güzel


Güzel,
Salınıyorsun rüzgarda bir bahar gibi,
yaprak gibi,
kat'a savrulmuyorsun sen yalnız,
uçuşan saçların
dalga dalga.

Saçların ki
ömrüme yol oluyor
bu fırtınada,

Üzerindeyim kara bir deli sandalın
gün batmış,
ay doğmuş
umrumda mı?

Güzel salınıyor rüzgarda,
ciğerlerime iyot doluyor
yakıcı,
tedirgin,
meraklı.

pürüpak yüzünde yansıyor yakamoz
ve ben çirkinleşiyorum an be an.

Güzel,
güzü getiriyor bakışların ruhuma,
tatlı bir güz bu
sanki az biraz hazan,
ve darmadağınık düşlerim.

Hasata girmiş ekinler gibiyim,
toplanıp toplanıp o nasırlı mübarek ellerde çiftçi bilmem kimin
saçılıyorum toprağa..

adsız



1.3.4...14.15.16...22..23..24...

alooo... insan, medeniyet, akıl, düşünce,
merhamet, empati, zaman, anı, dost,
arkadaş, anne, baba, aşk, iki dakika ulan !?

Düşenler.....................
Kalanlar.................
Konuşanlar........
Susanlar......
Yıkıntılar..

Pespaye ve yitik günler
basbaya acılar

10 Ekim 2011 Pazartesi

Old Habits Die Hard


Adam bağ bozumu mevsimine varmıştı.
Yoldaşı bir şişe şarap. En ucuzundandı.

Adam yer yüzünden ki tüm yanlışların yabancısıydı.
Adam bu yabancılığına alışmıştı.

Adamın aklı hala temmuzdaydı
Temmuz onun için hep,
bir güneşin yolculuğuydu
Gecenin güne özendiği bir aydı
sessiz ve sakince
durup öylece tanık olmaktı
ruhuna.

Temmuz,
ilk sevgilinin anlamsızca elini tutma telaşının
yüzde bıraktığı ilk ter damlacıklarıydı
kadıköy sokaklarında.

Adam bir yolcuydu,
hep yollardaydı,
Bir kendisi vardı
bir de şehirler hayatta.

Şehrin de hep yolcuları vardı.
Buna rağmen şehir hep yalnız bir sahildi.

Şehrin bir de denizi vardı.
O şehrin üzerinde güneş batardı
defalarca.

Asla ifade edemeyeceği insanlar da tanıdı,
fakat her tanışmanın akıbetini herkesten daha iyi biliyordu.

tüm bu zehirlerle

sadece

ağaçlar kalırdı ayakta

ve öylesine sırf

adı yaşamak sanılan sahnede

en son selamlanacaklardandı;

old habits die hard
old soldiers just fade away
old habits die hard
harder than november rain
old habits die hard
old soldiers just fade away
old habits die hard
hard enough to feel the pain

http://www.youtube.com/watch?v=VkCDxu6Z2XE&feature=related

7 Ekim 2011 Cuma

paint it black

"...İçimde kopan fırtınanın ilk rüzgarı, cigerime dökülen onca sigara küllerini havalandırdı.
ve sonra duvara gölgesini çarpan ağaç dalları gibi kaskatı ve kırılgan kıldı ruhumu.

Fırtına kopup geldiğinde yapacağın fazla bir şey kalmaz küçük bir çocuk gibi kuytu bir köşe bulup saklanmak ve bitmesi için dua etmekten başka.

Yine böyle anlardan biriydi karanlık ve ıslak bir köşede küçük bir çocuk gibi saklanıyordum.
ve ilk kez onu görüyordum.

Daha önce anlamını bilmediğim fakat daha sonra hep dillendireceğim o kelimeyi buldu aklım işte o anda;
masumiyet."

Diye başladım kitabıma. Yazılacak çok şey var ve alınacak çok karar.

"Gözleri bir misket gibi karanlıkta parıldıyordu. Sonsuzluk dedikleri şey o an o parıltılara bakmak gibi bir hal olmalıydı.

Her şeyi yeni tanımlamak ve her görüleni yeni bir icatmış gibi şaşırmak içinde bir çığ gibi büyüyen merak duygusunu keşfetmekti.

Fırtına geldiğinde o köşede saklanmaktan başka seçeneği olmayanların almak zorunda olduğu kararlar tutsak kılıyordu hayatlarını.

Olacak her şey olmuş gibi geldiği vakitlerdi. Oysa olacak o kadar çok şey varken bunca düşünce arasında kaybolmak basbaya bir çocukluktu. Karanlık ve ıslak bir köşede küçük bir çocukluk hali ise başka hiç bir şeye benzemiyordu.

O köşede saklananlar tüm hayatlarını orada geçireceklerini düşündükleri bir korku kaplar bedenini. O köşe sığınılacak bir limanken uzaklarda fırtınalarda dalgaların arasında kaybolan gemiler olacaktı. O gemilerin yelkenleri parçalanacak, güvertesi su dolacak, dümeni kilitlenecek ve sonsuz bir karanlık her yanı boyayacaktı."

Korkular,
alınması gereken kararların üzerine bir fırtına gibi çöktüğünde misket gibi parıldıyan gözlerin bizi kurtarmasını bekleriz yahut o zifiride bir şeyin misket gibi parıldamasıdır tek istediğimiz.

Alınacak kararlar varken
korkular her yanı kaplamıştır.
Korkular her yanı kapladığında ise
mutlaka alınacak kararlar için çok geç olmuştur.

Gün bir perdeyi çeker gibi, ansızın çalan bir kapı gibi, başındayken taşan bir kahve gibi batarken,
ve sessiz bir gemi gibi koca denizin ortasında, belki de yolcusu olmayan kırık bir otobüs durağı, sonbahardaki bir ağaç gibi bekliyordum kışın gelmesini."

ve kitabın kendi sonunu yazmasını.

14 Eylül 2011 Çarşamba

Deliliğe yolculuk...

Bu nasıl bir kavga?

Hasta yaşlı ve hayta…

İki kişiden biraz fazla

Basri, Sabri ve çanta…

İçinde ne var acaba?

Ruj, kalem ve para

birde kırık bir ayna…

Aynada görüntüler

Hasta yaşli ve hayta…

Aynı teker üzerinde bu yaşadıkların

Üzerinde yuvarlaktrak dünyanın

Ve su sızdırıyor altından

Hala delik mi kidir ozon acaba?

Neden Basri’nin çantasında

Ruj var,

Belki bir kız girer diye mi rüyasına

Uyuyor o büyük yatağında?

Nasıl bir çantası var Sabri’nin

Kaleme yeter mi parası

Ya da kırık bir ayna

Farklı mı gösterir yaşadığı hayatı?

Hasta olmuş Basri,

Duydun mu haytaymış da Sabri

Nasılsa yaşlanıyoruz mütemadiyen

Ve deliliğe bir yolculukta

Fark yaratır mı düz olsa dünya?

http://fizy.com/#s/3pacu9

http://www.youtube.com/watch?v=2mKH4462ngk&NR=1

27 Ağustos 2011 Cumartesi

fil ve balon

bir çocuk kitabı,
küçük kara balık gibi olamayacak malesef çünkü o küçük kara balık...
yahut bir şeftali bin şeftali gibi çünkü bazen bazı topraklarda bazen şeftali ağaçlarının gözüne küçük bantlar çekebiliyorlar...

o yüzden bu bir filin hikayesi olacak
uçan balanonunu kaybeden bir filin hikayesi.

günlerden bir gün zaman denilen kum taneleri rüzgarla birbirini kovalarmış

ve uzaklarda bir yerlerde bir fil balonuyla birlikte çok mutluymuş.

oh olamaz balon kaybolmuş.

nerede bu?

gergedanın orada yok!

timsahın ağzına baktık

orada da yok!

çünküüü maymun onu ağaca çıkarmış!

sonra geri getirmiş seni yaramaz maymun seni

sonra hep birlikte limonata içmeye gitmişler.

son.

http://fizy.com/#q/massive+attack+-+black+milk

tuhaf


tuhaf,

büyüdükçe beylik laflardan uzaklaşma telaşındayım.

çok şey gördüm belki ama her şeyi değil o yüzden suskunluk bazen milyon tane kelimeden daha etkili olabilirmiş idrak edebiliyorum.

karanlığı bol, nefes alanı az odamda kelimelerin muhasebesini yapacak kadar büyümedim henüz ama bir babanın yaşamını düşündüm çoğu kez. çocuklarına adanmış onca yıl. bir birey olmaktan uzaklaştığın ve tüzel kişilik kazandırdığın ailenin temsili ne de zor bir şey olmalı...

çocukluğumu babannemle birlikte kaybettiğim bir yaş geçirdim, vatan denilen toprakları elde bir ak 47 ile savunmayı, klavye delikanlı genç bünyeleri ve ergenlikten kurtulamamış, kameralarla yaşayan bir çok insan tanıdım...
gitmenin geri dönülecek bir şey olmadığını, dönsek bile döndüğümüz şeyin pek gittiğimiz zamanla aynı olmadığını...

hayallerin bir ömür kurulabileceğini ama onları gerçekleştirmek için aslında o kadar da vaktimiz olmadığını öğrendim...

gerçek dostların olduğunu ama en gerçek dostun yine kelimeler olduğunu kelimelerin de hep içinde bir yerlerde saklandığını öğrendim...

dilekçe yazarken bile bize en yakınların aslında ne kadar uzaklarda yaşadığını öğrendim...

hayatın tuhaf
tuhaflığın da hayatın ta kendisi olduğunu...

bir şeylere eskisi gibi şaşırmadığımı gördüm ve tepkilerin bir soluktan, bir nefesten sonra
şaşırılacak pek fazla şeyin de olmadığını görünce verilmesi gerekliliğini...

bunun büyümek olduğunu...

black books'u,
ilk kez tam anlamıyla başkaları için de yabancı olunabileceğini...
kışın yazdan farklı olduğunu
baharların ne kadar güzel olduğunu diğer mevsimlerden
lolipop gibi bir şişe şarabın varlığını
ve o deri montu
ve uzun saçların nasıl da kısaldığını...

yaşamanın, müzik olmadan berbat bir sessiz film olduğunu ve ellerin cebinde yürümenin sokaklarda ne kadar gerçek olduğunu...

sayfalar dolusu öpüşmenin
bir dudağı öpmekten farkını

sabaha karşı istanbulu
ve ankarada yalnızlığı
ve sevillanın sıcaklığını
ve romanın sanatını
ve portonun rüzgarını
ve barselonın gecesini
ve ibizanın gündüzünü

hepsinin farklı ve bir o kadar da aynı olduğunu...

misal;

Dolu bir yağmur bulutu gibi gözlerim

İçim, yani ruhum öylesine şişmiş vaziyette ki

Kendimi taşıyamıyorum.

hiçlik ülkesinden geliyorum


ne yerim var
ne de yurdum,

sonsuz bir nefes alsam boğulacağım sanırım.

Tanımlayamıyorum

Ben kimim

Neyim

Burada ne yapıyorum.


parmaklarımla yangın çıkarırım


yüreğimle şarkı söylerim sana


kalbim atıyor öylesine

ölesiye bir koşturmaca bu.

biliyorum o güzellik karşımda duruyor

yüreğimle sevmeye alışık bedenim

bir solucan deliğinde ilerliyor.



susmak için doğmuşum ben


ne yerim var


ne de yurdum


ne de evim var benim

karanlıklara gömülen bir yabancıyım

kendime

çevreme

kim nasıl anlatırsa beni

öyle biliniyorum

ben kendimi tanımıyorken

onların tanımasını da beklemiyorum.

bilinmeden

tanınmadan

söylenmeden

bir kuşun konuşmasını dinliyorum.

ve;

şuan yağmur yağan bir ülkeyi hayal ediyorum

saçları ıslanmış bir kadını

parmak uçları üşüyen bir adamın sigarayla ısınmaya çalışmasını,

bir gemicinin son uykusunu

pupa yelken bir geminin kaptanını.

İşçilerin paslı kemiklerini

Isıtan bir güneşin olduğu bir ülkeyi hayal ediyorum,

Üzerinde güneş batmasa da

Oksitlenen öykülerin o düşü kuranların üzerine yıkılmadığı,

Şuan yağmur yağan bir ülkeyi hayal ediyorum.


Bir kız saçları ıslanmış

Mavi gözlerini daha az belirginleştiren siyah rimellerin

Bir aşkı boyadığını.

Bir erkek

Cebinde son paketiyle

Yanmayan bir çakmağın kölesi bir erkek

Ve dolmabahçeden beşiktaşa yürür adımları

Kırk saniyede.

Yirmi yedi yaşında bir adam

Umutsuz

Fakat

Farkında

En son seviştiği kızı düşününce yüzü hala kızaran

Fakat inatla gülümseyen

Hayatın getirdiklerini siyah bir poşetle saklayan

Götürdüklerini ise sakız gibi damağına yapıştıran o kişinin

mısralarda yaşadığını öğrendim.

tuhaf bir yazının

sevilmeyecek

fakat hep özlenecek bir şey olduğunu...

buraya kadar okuma zahmetini gösterenler için sevdiğim senarist dostum burak aksak'ın bir sözünü paylaşmak istiyorum;

"bir gece gökyüzüne baktım ve dedim ki; "o koyun var ya, çiçeği yedi be hacı.
afiyet olsun.

death cab for cutie

http://fizy.com/#s/1fusfr

7 Ağustos 2011 Pazar

kuru yük gemisi


an itibariyle pek tanımadığım bir austos ile karşı karşıyayım. bu austos biraz farklı, biraz daha yabancı, biraz daha karışık.
aslında basit bir oyundur hayat onu zor hale getiren insanlardır. aynı bir kar tanesinin bir çığa dönüştüğü gibi. kural bu.
kim koydu bu kuralları
sorgulamalar eşliğinde uykuları öteliyorum.
dönüm noktalarını kimler belirler ki sahi?
nedir yani yolda yürümek ile varmak arasında ki fark?
bak yine soru işaretleri tek farkı artık umursamıyor olabiliyorum.
romanlar yazmak istiyorum
karanlık gecelerin romanını
bize ait olmayan başkalarından çaldığımız gecelerin.
yabancı insanların öykülerini
onları sayfalar dolusu betimliyebilirim.
dekoru.
mekanı.
mimikleri.
jestleri.
sıkılmayayım yeter.
bir cinayet romanı değil aradığım.
bir aşk romanı da değil.
olric'e tutulan tutunamamış ergenlerin dillerine yapışacak kelimeler etmek istemiyorum.
düz kelimeler istediğim.
dümdüz.
ara sıra yokuş çıkan sonra o yokuşları koşar adım inen kelimeler.
bizim gibi.
senin gibi.
benim gibi kelimeler.
gerçek sıkıntılar da dilimizden dökülen kelimler gibi.
her yeni yaşla kaplandığımız buhranları tanımlayan kelimeler.
kendi iç savaşımızı anlatan çanları çalan kelimeler.
asla galip gelinemeyecek bir savaşın
mağlubiyetin mahsunluğundan da uzak duracak kelimeler.
yeni kelimeler arıyorum
mutluluğu vaadetmeyen
pişmanlıktan da uzak kelimeler.
işte ben böyle bir roman yazmak istiyorum
söz gelimi sevişenlerin romanı
başkalarına ait geceleri çalanların romanı.
ama ben yazamam.
kim bilir belki bir gün biri, benim yazamayaşımı yazar.
benim o romanı yazacak kelimelerim yok.
başkalarına ait gecelere gizlenmişlerse
tanışmaya mecalim yok.
ben, a.mümtaz taylan'ın dediği gibi
"hayatta herkesin beklediği bir kuru yük gemisi vardır."

moddosunun hikayesini yazacağım. ona yetecek kelimeleri bulabilirim.

9 Temmuz 2011 Cumartesi

bisiklet yolu

kimi zaman ne yaptığını anlamadığınız, anlamlandıramadığınız bir hayat çıkar biletinize,
bir sandalye çekip oturur yanınıza
ve bir dünya açılır önünüze
belki başka bir boyut.

Kararlar alma sancısı kaplar
karıncalı bir sızıyla bedeninizi.

yorgun zihinlerin ürünleridir
kendinizi tanıyamamalar.

korkaklığın zehri yayılır vücudunuza usul usul.
rüyalar gibi asılı kalırsınız
hiç tanımadığınız bir yerlerde.

kendiniz gibi olmadığınız anlarda hiç kimse de olamayıp öylece yaşarsınız.
ne boktan bir seçimdir fakat ne güzel süslenmiştir günahlarla.

günah sadece tanrısal bir tanım değildir aynı zamanda bizim anlamlandırmaya çalıştığımız bir tür otokontrol halidir.

dramatik bir yaşamın hazsal boyutlarını tarttığımız saniyeler gecenin üzerini örttüğü gizemli kapanan gözlerden başka da bir şey değildir.

ve o karanlığı öyle güzel ambalajlarız ki hiç farketmeden karışır kanımıza, gün ağırıpta eski benlik yokladığında eski bedeni bir mide bulantısından ibarettir her şey.

bir sakız daha çiğneyip karpuzun tadıyla uzanırken parmaklarının ucunda,
sorgulayıp kuralları olan bir hayat mı seçmeli
yoksa kurallar duvarını yıktığın çekiçle pis pis sırıtarak yaşanan bir piçlik hayat mı
her zaman bir yol daha vardır elbet.!?
yahut dendiği gibi, iki yol varsa önünde sen üçüncüyü yarat git oradan.

sanıyorum o ofisi tutmalıyım.

http://www.youtube.com/watch?v=wt2UUlRj4dM

2 Temmuz 2011 Cumartesi

On the road


SPQR«SEVILLA« IBIZA«BARCA«OPORTO« MILANO« ISTANBUL

Muazzam bir gezi planı, zevkle yürünen onca yol, binlerce uçuş mili, 3 ülke 6 şehir.
başına buyruk yaşamlar. değişik kültürler. damak tatları. zor görünen kolaylıklar, kolay görünen zorluklar.

ama hep bir rüzgara karşı tutunmalar içinde
kendini teslim edememeler.

harika yapılar, değişik hayat hikayeleri, geniş sokaklar, dökük evler, tarihin tanıklığına itibar, turistlerin karmaşına küfür, yaşamın özüne saygı, kendine şaşırmalar.

ispanyolların canlılığı, italyanların dakikliği, portekizlilerin karmaşası, austosun yalnızlığı.
flamenkonun kıvraklığı, fadonun yanıklığı, okyanusun serinliği, triana ile sevillayı bölen nehrin alımı, tapasların lezzeti, douro üzerinde ki eyfelin köprüsü.
kendini suya bırakmalar,
kendini rüzgara salmalar,
kendini yollara savurmalar.

özetle budur.
detayla ise anlatılır elbet..
son sözüm la sagrada familia hiç biutiful değilsin bilesin..


7 Haziran 2011 Salı

İlk

Karmakarışıktır insan evladı.

Garip duyguların hüküm sürdüğü bir imparatorluktur.

Yönetimi zordur.

Tepkileri kontrol altına alacak, krizi yönetecek bir lideri yoktur.

Varsa yoksa yalnızdır.

Yaşamı sorgular, aldığı her nefesi sorgular, şüphecidir.

Emin olduğu az, ruhunu tedirgin eden bir çok şey örülüdür etrafında.

Üstelik başkalarında gördüğü yüzeysel yaşamlara tav olur. Onları ister. Hep ister. Hiç tükenmeden ister. Bir şey olmak. Bir mana ister. Sevgi ister. Dokunulmak ister. Yıkmak ister. Zordur insan olmak. Karmakarışıktır. Yıkılmaya meyillidir.

Bodoslama yaşar, küser.

Sevinir. Unutur.

Ansızın vurdu ellerini masaya. Saatlerce uzak bir tepeye bakarak kendini düşünmüştü. Aslında düşündüğü tam olarak kendi değildi. Başkalarını düşünüyordu. Aşık olduğu kızı, evini, ailesi, dostlarını. Ama insan başkaları üzerinden kendini düşünür. Bunu çok iyi biliyordu. Sigaradan nefretle bir duman daha çekti. Hava o kadar soğuktu ki sigara sönmek üzereydi. Hızla bir nefes daha aldı. Yerinden doğruldu. Bir kartal gibi karanlığı yararcasına baktı. Tepelerde bazı ağaçlar yapraklarını döküyorlardı. Gitme vakti dedi.

İçinde ki tarifsiz sıkıntıyı yürüdükçe yollara bırakacağını sanıyordu. Yanıldığını bile, bile devam etti. Aptallığına alışmıştı. Fakat bu alışkanlığından vazgeçmeye niyeti yoktu. Hayatında ki bir çok şeyi de böyle kolay kabullenecek miydi!?

Adımlarını hızlandırmıştı. Hızlandıkça daha hızlı düşünüyor, daha net cevaplar alıyordu. Soğuk botlarından içeri ulaşmış. Ayak parmaklarını hissizleştirmişti.

Dönüş vakti başlamıştı.

Dönüşüm vaktiydi bu.

Umarsızlığın hüküm sürdüğü topraklara kadar yayacaktı imparatorluğunu.

İnsanın olduğu her yerde karmaşa hep vardır.

Bir başka insanla olmasa bile kendisi ile yaşar karmaşasını.

Gitmek gelmektir aslında bu yüzden.

Bu odadan, bu mahalleden, bu şehirden, bu ülkeden gitsen bile peşinden gelecektir hissiz parmakların.

Bir çemberin etrafında dönerken verilen savaş hep kendi topraklarında yaşanır.

O yüzden elindekini yavaşça yere bırak ve

Usulca teslim ol isyanına.

Dingin bir isyanın huzursuzluğu kaplayana kadar benliğini ölmeyi bekleme.

Ama ondan sonra bir daha hiçbir şey eskisi gibi olamaz.

Hoş geldin kaybedişlerim.

Şu koltuğu sizin için ayırdım.

O gece de botlarıyla uyumuştu.

3 Haziran 2011 Cuma

Son


"isyan gibi cesur adalet gibi hazindi"
ne kadar göreceliymiş zaman ve ne kadar güzelmiş özgürlük. " denizde balık kokusuyla döşemelerde tahta kurularıyla gelir haydarpaşa garına bahar" ve "düşünmek değiştirmez hayatı." özetim budur;

akut farenjit.

memleketimden insan manzaralarıydı yaşadığım bir nevi.

yahut kendimi okuduğum bir romandı her baktığımda boş bozkırlara. bir ayna gibi parlıyordu ırak dağların tepeleri ve güneş vurduğunda çöllere kekik kokardı etrafım. ne bildiğimi öğrendim sayfalar dolusu.

sayfalar dolusu sıkıldım. bunaldım. bekledim.

ait olmadığım bir yerde kendime ait tek yere kaçabilirdim. uzun beklemelerde bir sandalye üzerinde saatlerle zorunlu dostluklar kurdum. saniyelerin saat gibi geçtiği yerde başka şansım da yoktu.

sonra gerçek dostluklar tanıdım. aynı kederin bir araya getirdiği kaderleri savunduk. söylendik. isyan gibi cesurduk etrafta kimse yok iken.

bir mavzer gibiydik mevzilerde

kirliydi üstümüz,

nasırlıydı ellerimiz,

çamurdu postallarımız,

ve soğuktu sözlerimiz

ve donuktu gözlerimiz.

bir umut doğardı bazen içime
tan vakti güneş gibi
güneş uzaklarda bir martı
tam denizin ortasında koyu bir mavi
ve aşk gibi
hasret,
ve ölüm gibi
ayrılıklar olmadığı vakit,
yaşar insan mutluluğu
bir kuşun gagasında yem gibi.

şimdi yok

geçmiş yok

gelecek muğlak

ama tek gerçek

gelecek mutlak.

23 Mayıs 2011 Pazartesi

I'am back.



Çok kısa bir süre sonra kasım ayından beri elimi süremediğim ama uzaklardan bakmakla yetindiğim bu dünyaya dönüş yapacağım. dönüyorum dedim ama döndüğüm iki şey dışında diğer hayatlarım olmayacak. yokluğumda çok kitap okudum, çokça yalnız kaldım. fakat yazmayı bırakamadım. her şeyden uzak kalsak da kelimelerden uzak kalamıyoruz.
işte bu gerçek.
yeni bir dünya,
daha az hüzün daha çok keyif için. -bunu haketmek için ölüyoruz-
yaşamayı seçenlerden olmak için.
ki yeni kavgamız dönüşmeyi başarabilmek.
ilk buradan başlayalım.
merhaba.