27 Kasım 2010 Cumartesi

raylar üzerinde tıngır mıngır


gecenin tam üçünde usulca sokuldu bir kış koynuma ve bir şarkı fısıldadı cennetten...
biraz yorgundu ellerim ve buz kesti yavaşça bedenim,
aman allahım bu nasıl bir his yeniden doğmak için bir nefeste ölmek.
Zihnim berrak, ciğerlerim temiz, tıkanık değil ruhum, soluduğum bu yağmur yıkadı içimi
başımın altında yumuşacık bir diz.
karanlık, beyaz odada bir mum ışığı, kapalı televizyon camından yansıyan
ve gittikçe uzaklaşıyor dans eden o ateşten elbisesiyle bir kız.
bir hüzün çöküyor keyifle, ki hiç bu kadar mutlu olmamıştı pişmanlıklarım.
ellerini tuttuklarım, dokunamadıklarım biliniz ki bir tek düşlerime kira almaktayım.

biraz zaman geçti
bir yola düştü düşlerim
ne içinde bu dünyanın
ne de büsbütün dışında içinin
raylar üzerinde tıngır mıngır
ışıklar saçtı sözlerin
ve tüm söylenenlerin
tek bir tanığıydı gözlerin.
raylar üzerinde tıngır mıngır
ışıklar saçtı sözlerim.

ve tüm söylediklerim
aşk üzerineydi çocuk.

nefrete duyduğum aşk büyüttü beni
ve sen emeğini vakite çevirirken
birileri senin vaktini çoktan nakite çevirmişti bile
durup dururken bu şehre kızdım çocuk
hiç suçu yokken hemde.
ne çok insan var değil mi
ve ne çok hikaye
ve ne de çok yokluk.

geride bıraktım ve devam ettim
zihnim biraz bulanık
düşüyor düşlerim bir bir
ağa takılıyor balıklarım
bir el bırakacak tekrar suya elbet
ah o da ankara'da olmasaydı bu vakit.

16 Kasım 2010 Salı


çocuk sesleri geliyor dışarıdan
şen umutlu masum

güneş parlıyor penceremden
şık sıcak tedirgin

bir müzik yayılıyor odamda
keman piyano gitar

yatağım öyle oracıkta
dağınık soğuk ıssız

bir kalem düşüyor elime
üzgün meraklı korkak

kelimeler dökülüyor bardağa
susuz güçlü kafi

parmak uçlarım dokunuyor
pürüzsüz sıcak ıslak

gözlerin gibi bir gemi geçiyor odamdan
odam deniz
odam bahar
odam leylak kokuyor.

ve bir gün ışığında parlıyor içimde ki karanlık

yüzümü yıkıyor yılgın kelimeler

bir hayalim yok gelecek üstüne

ve kimse çalmıyor kapımı
çocuklar bile.

oysa işte bugün değil mi bayram
bilmesem kanardım
bildim yine de yaşadım.

ah bir de bunu meydanlarda haykırsaydım
bir duman gibi içine dolarken..

4 Kasım 2010 Perşembe

Hadi Oradan Carleone


Don Michael Corleone soğukkanlılığı ile arşınladığın yollarda,
Geçmişi olmayan adamlar tanıdın beyaz ekranlarda,
Oysa senin sokaklarında geleceği olmayan adamlar yürüyorlardı bir sağa bir sola.
Ve ta ki o at kafasını bulana kadar yatağında
Hayatın aslında o kadar da hayat olmadığını
Olmayan bir hayatın en değerli hayat gibi parladığını anladın!
Hayır anlamadın
Kandırma şimdi kendini,
Ama anlamış gibi yapmak daha kolaydı anlamaktan
O yüzden işte bu yüzde kauçuk ifadeler
ve
Zoraki gülümsemeler,
Herkesin bildiği şeyler üzerinden bilmemiş gibi davranmalar.
Aslında ne de yakışıyoruz beyaz ekranlara dimi
Sahne ışıklarında ne de güzel parlıyoruz,
Zengin oluyoruz,
Şık giyiniyor,
Sağlıklı besleniyoruz,
Yeteri kadar uyuyor,
Hep güzel kadınlarla sevişiyoruz.
Güne hep
Don Michael Corleone soğukkanlılığı ile arşınladığın yollarda başlıyoruz

Hadi lan oradan tayyare,
Bas baya her köşede gizlenmiş
Kameralara,
oynuyoruz
Hepsi bu.

3 Ekim 2010 Pazar

gölge


kaç sahilde söndürdün feneri
ve ufacık bir çukurda yüzdürdün kağıt gemini

tayfasız kalmaz ya bu dünya
yerine gelir elbet biri.
su alıyor altından diye de boşuna korkma
bir yama ile kapanır ya bu delik
bir yenisini de sen açma
bakakalıp ardına.

&

boş sokaklarda adımlarım yankılanıyor
her şey daha bir gürültülü canlanıyor zihnimde
kaç vakit güneşi kucakladın uykulu gözlerle
ve boş yere yeminler içtin olmazlar üstüne

bir selam savurdu muydun rüzgara
ve seslen tüm gücünle martılara
çek kürekleri kayıkçı
alınacak yollar var daha.


olmaz deme
gitmek korkutmasın seni
her gece yıldızların misafirliği gibi
konuk olsun yalnızlığın odana.

sus deme
konuşmak korkutmasın seni
yakışmaz ağlamak
sözler dökülürken dilinden
kırılmaz yere vurunca
yıllarca o elinde tuttuğun
cam bardakta.

imkansızlıkların ortasında
bir de yağmurlar yağınca üzerine
kalakalmak koymaz yolun ortasında
bir orada bir burada
yok olmak kalabalıklar arasında

&

çek kürekleri kayıkçı
gayri durulmaz buralarda
yorgunsun biliyorum
belki hastasın da
ve tutmuyor da olabilir ellerin
biliyorsun
gidelecek yollar var daha
bedeninle yahut ruhunla
tamamlanacak elbet
son soluğa kadar
solan gözlerinle yoldaş
ve seçilmeyi bekleyen
bir yığın yol var be arkadaş.

18 Eylül 2010 Cumartesi

Ahmak


her şey değişecek,
eli mahkum.
ardında bırakacakların
bolca ah olsa da,
ahmak olmaya yeğleyeceksin.

Çünkü devam etmek mümkün değil başka türlü.
yeni bir şarkı takıldı zihnime,Malt'tan son günlerde. klibi ile de oltaya tutulmuş bir balık gibi yakaladı beni.

ama son zamanlarda ben diye şahsileştirip hayatı kendini önemsemenin anlamı olmadığını da idrak ettim. Kolay oldu. düşüncelerin rüzgarda uçuşan bir uçan balon gibi olduğu zamanlar bunlar. bir değişim yönünden estiği açık. ülke büyük bir değişim geçiyor. hiç bir şeyin eskisi gibi olmayacağı günlere girdiğimiz görünüyor. bir kısım insanlar mevcut düzenin değişmemesini standartlarının cehalet olarak gördükleri tarafından belirlenmesini istemiyor haklı olarak, bu kızgınlıkla şapşalca döşüyor küfürlerini, bileniyor haksız olarak. bir kısım kendisini düzecek yeni düzeni seçmenin keyfini yaşıyor ama gözü zafer körü haklı olarak. kendini önemli sayıp yok saymaya başlıyor diğerlerini haksız olarak. tadını çıkaramayacaklarından eminim, çünkü aslında ne istediklerini kendileri de bilmiyorlar. bir grup yeni bir oluşumda boşlukta yankılanan seslerinin daha çok bağırdıkça daha uzun süre yankılandığını farkettiler ve o boşluğa doğru koşuyorlar. biraz çocukca, sevilmeyen, eve gelsin istenmeyen aşarı, kırıp, dağıtan yaramaz çocuk gibi, özünde yine çocuk... çocuk her zaman sevimli bir kelime gelmiştir başına ya da sonuna aldığı kelimeler yapısını pek değiştiremeyecek türden.
fakat unuttukları bir şey var o boşluk onlar tarfından doldukça yankı kaybolacaktır. dolu bir oda da yankılanan sesle boş bir oda da yankılanan sesin farkını anladıklarında başka sözlere ihtiyaçları olacak. kırmadan, dökmeden oynamaya öğrenecekler, büyümeliler.
siyasetten bir süre uzaklaşmak gerek gibi, yoksa içte kocaman bir boşlukla çevreye boş gözlerle bakmak ile bir şeyler yapmalı hayalleri arasında arafta kalan bireylerden olunacak. korkutucu bir hal.
sonumuz lostun sonu gibi olmasın da...

yakında italya'dan haberlerimiz olacak temsilcilik açtık oraya. bir keloğlan vasıtası ile aktaracağız gündemi. monica abla ile güzel bir röportaj ile derkenar dilekçesi yazacağız. reha erus out bizim eros çocuk in.

o değilde bu 12 eylüller birilerinin çocukları için mi yaratılmış anlamış değilim, amerika halkını tenzih ederim ama bi rahat durun kardeşim ya. yoksa özünüzde iyi olduğunuza eminim. bir diğer ad olarak okyanus ötesi de güzel bir nick olur yahut deodorant markası olur. olmaz demeyin ne olmazlar oldu.

bak yine...
rahat duramadım. ama napayım ponpon kızları düşündükçe sinirim bozuluyor. yahu onlar ponpon kız. dokunmayın onlara çarpılırız! hayret bi şey. siz de yuhlamayın lan. mazallah çarpılırsınız!
o değil de aslında bir gün uzun uzun şah döneminin son zamanlarında ki persepolisi anlatmak lazım döndükçe dilimiz.
bak yine... töbe töbe..

tamam vazgeçtim, döndüm yüzümü ay'a ve sonunda en sonunda çok yalnız kaldığımı farkettim ve bir karar verdim;

dün yeniden, dinledim bu şarkıyı
kalmıştı çok eskiden
sözleri dedim bari yazıyım
en baştan yeniden

dün yeniden baktım eskilere
benim yeni evden
herşey değişmiş ama nakarat kalmış
söylüyorum aynen
yeniden

her geleni yok sayıp darlanmaksa benim tarzım
her gelene hırlayıp harlamaksa farzım
her gidenin ardından ahlanmaksa arzım

belki de bana benim gibi bir ahmak lazım!

öptüm. kendine iyi bak. bye. ( çok mesaj çok kontör.)

not: saygıdeğer emekçi ponpon kız sağ salim yere iniyor. ponpon ve yahkeme (hatalı yazılmamıştır.) kararı ile kaldırılan balığın austosla alakası yok.

12 Eylül 2010 Pazar

1984

1980

1981

1982

1983

1984

1985...

Her bir sesin sokaklarda yankılanıyor.

Bilmem, daha kaç vakit sürecek bu mahcubiyetin.

Yalnızlık hiç bu kadar kuvvetli esmemişti yüreğime

Ciğerim ise gecenin üçünde bir darağacında sallanıyor.


Bir boşluktu bu yol, içimde

Doldurulamayan zifiri,

Kıyısı deniz olan bir ülkenin hasreti

Güneşle birlikte üzerime doğuyor.


Okyanusun çok ötesinde

Bir cetvel, bir pergel

İnsanlığın üzerini çiziyor

Üç beş satırda bir fotoğraf karesi yahut bir tabloda istiklal

Mutluluğu anlatamıyor be Abidin.

bir gün,
12 eylül,

ha 1980 ha 2010


bir zafer,
yarı final sırbistan, son üç dakika kala öne geçen bir takım, 0,5 sn. kala kazanılan bir maç, final A.B.D ile ve şampiyonluk!?

Yine birilerinin çocukları kazanıyor!


bir seçim,

Değer mi ucu, değmez mi

Bıçak sırtında bir ülke

Her seferinde çimler eziliyor

çemberin içinde.

Ve bir türkü,

bomboş odaların rutubetiyle yankılanıyor


“kerküğün zindanına attılar beni
mazlumlar sürüsüne kattılar beni
bir yanım dağladılar ateşle annem
ne suçum ne günahım yaktılar beni
türkmen obalarından göçen anneler
ne yuvaları kalmış ne de haneler
gökkubbeyi sarar mazlum feryadım
elbette birgün güler bize seneler”

bir film/kitap/felsefe

gün alıyoruz

george orwell 1984 den.

Yıl 2010, 12 eylül

Birilerinin çocukları yine kazanıyor!

Son sözler hep bizim de bir anlamı kalmıyor

Hadi yine,

Eyvallah!


27 Ağustos 2010 Cuma

iki yol


çok kısa ama çok çetrefilli yolların ortasında bir siren gibi salındı mıydın. bir çığlıkla dünyaya gelip bir nefes bırakıp giderken ezdiğin topraksın sen.
hangisini seçeceğini bilmediğimiz yollarla çevrili bir yolculukta, yolcuyum.
hancıların tedirgin düşlerinde konaklar, hiçlikle yoldaş olurum.
çok mühim değil söylediklerim. hepsinin sonu aynı.
ele geçirilmiş bir ülkeye korku tohumları ekilmiş
kendi hayat kavgamıza bir dal tutturulmuştu
postalların sert adımlarında selamladık kabusları
nereye gidersen git
yol
kaç yaşına gelirsen gel
yol
gelecek düşledik
yollara
serdik
topladık da geldik
bizi marsa götürse bari
yollar.
güzel bir kızın gözlerinde
ipeksi teninde
gizli bu yollar.

günaydın, yeni gün.
yeni yollar.
umut her zaman mataradan çıkarıp yüzümü yıkadığım
dudaklarıma damıttığım suyum.
sen olmasan
kururum.

21 Ağustos 2010 Cumartesi

adım adım


mutluluğun peşinden koşmaktı bizi hergün biraz daha öldüren
bizler ki bu hayatın ışığına bilinçsizce koşan böcekleriyiz.

ürkütmesin dün, bugün, yarın
martı çığlıklarının da,
çiçeklerin de ham maddesiyiz.

başaşağı asılı durduğumuz çınar ağacı
demokrattır dalları,
ve esen rüzgarda titreyen yapraklarıdır özgürlük.

bir adım daha attım sana
çıplak ayaklarımdan süzüldü o eski zamanın kum taneleri.


16 Ağustos 2010 Pazartesi

mavi bir alev


Mavi bir alev kavuruyor tenimi
Ve İhtilal gibi kazınıyor içim
Bir iki damla damlıyor yanağımdan
Mürekkep mi kan mı bilmem

Mavi bir alev
Kızarıyor yüzüm
Bir yanım dalıp gidiyor
Diğer yanım taş kesilmiş belli ki

Mavi bir geceyi sarıyor alev
Günahlar gibi davetkar
Zehir gibi acı
Ve tarlalar kadar bakir düşler.

Bu gece bir ant tutuluyor akıllarda
Bir daha hiç yaşanmayacak bu gece
Ve eskisi gibi olmayacak gündüzler de
Melodisi olmayan bir şarkının
Sözleri gibi sırlar
Savrulmuş dört bir yana kafiyeleri.

Dans ediyorlar
Müziksiz.
Ve mutsuzlar.

Kayıp odanın
Han ve hancı arasında sıkışmış yabancısı
Şimdi gitmelisin
Nereye bilmeden
Nasıl düşünmeden.

Bağlı kalsın gözlerin
Bir çukura denk gelsen ve tökezlesen de devam etmelisin
Ardına bakma
Bırak tarif edeyim sana,
Sen şimdi gidiyorsun
Ardında rüzgarlar söğüt dallarına gizleniyor
Bir başka yerlerin yabancısı olmadan az evvel
Uğurlar elbet seni titreyen bir el
Ve mavi bir alev.

14 Ağustos 2010 Cumartesi

noktalar


Tanıdı mı beni gözlerin
bir merhabanla aydınlanırdı yollarım,
yabancıydım,
kanaatle maviden yeşil sulara.

dönerken gökyüzünü yararcasına değirmenler
acırdı içim.
yıldızlar altında bir ulu çınar
gövdesini tam iki kere kucaklarım.

ve aniden nedesiz bir sevinçle dolardı içim
ilgi çekici değil bildiklerim
sevmekle başlar ya her şey
tüm hikayelerimi en çok ben severim.

ve yalanlarımla kurduğum düş bahçesinin
salıncağında
sallanan çocukluğumun
hala sürter ayakları yere.

yırttık yine pabuçları ne desek olmuyor fayda.
bu seferde yalın ayak karşıladım gölgemi.

o kadar içten çağırdın ki adımı
nasıl bakarım ardıma.

bak hemen yıldızlar şurada değil mi
vurma ışığını böyle yüzüme,
ihtiyarlık böyle bir şey genç yaşlarda,
korkarım.

geçip giden bir ben değilim bu yoldan
son da olmayacak,
yakışıklı kelimelerin saçlarını tarar
koymayı unuttuğum tüm o güzel noktalar.

devam edecek...

yol


Savruk bir vedanın komedyasıydı hüzün

Ve sonradan trajedi koydular adını artistler

Bir delilikti bırakmak kendini denize

Bıraktığın an başladı bitişin.


Şimdi beni kime sorsan susar

Kime kendimi anlatmak istesem susarım ben de.

Suskunluğun peşinde yalnızca bir rüzgar.


Dost değil maziler ki konuşayım pey pey,

Böyle de beklenmez ahir.

Bir kelamdan ibaret her şey

Bin selamdan saklanmaz zahir.


Elbet bir es vardır nefesin

Son uzun solukta,

Evladır da gözyaşı.


Maharet değil evvel ama görme de hor,

Dimi getirdi seni buraya kadar.

Ehven bulma kendini

Evvelde sen ahirde sen.


18 Temmuz 2010 Pazar

meçhul şarkı


Yok hiçbir şey geride
O zaman dönüp bakmak ne diye !?
bilmiyorum. Gelecek için beslenen umutlarım, titrek bir mum alevi gibi. İnsanların münasebetsiz varlıklarıyla aldığım yollarının kıyasından sonra artıyor denize özlemim bu seher vakti.

Bir zaman geldi
Meçhuldu şahıslar
Uykuya daldılar sessiz
Ve gereksiz sözler sıralandı peşleri sıra
Meçhuldü şarkıları
Karanlıklar gibi.

Vakitsiz uykulara davet edildim
Kabul etmedim hiç birini
Düşmek dalgalara daha güzeldi
Ay dokunmasa hiç uyumazdım da
Kanamasaydı bu kadar dizlerim.

Arada güzel şeyler de vardı, güzel görünümlü şeyler, bir gemi misal… denizin tam ortasından sana doğru gülümseyerek gelen, köpüklerinde bin bir güzel sözle, deli rüzgarlarla seni kucaklayan…

Bir kuş uçuyor gökyüzümde,
Gökyüzüm sen…

Kanatlarında gökkuşağı,
renklerim sen…

zamanlarım akıyor bulutlardan,
pamuk bulutlarım sen…

Yollarım uzun, çetrefilli
Ve imkansız duraklarım var
duramam ki cesaretim yok,
Neyse ki o uzun, beyaz şeritlerim sen…

Takvimlerim duvarımda,
Her bir yaprağı sen…

Bir temmuz ortasında döküldü kalemimin mürekkebi masama, izi çıkmasa da bilirim o masa benim, o mürekkep benim, o kalemime ben dolar ben karalanırım en sonunda. Bildiklerini yaşamak bir çocuğun ilk oyunundan, zor olamaz ya…

hem ne demiş n.hikmet ran;

"seni düşünmek güzel şey
seni düşünmek ümitli şey
dünyanın en güzel sesinden
en güzel şarkıyı dinlemek gibi bir şey"

vardır bir bildiği şairlerin her şeyi şiirlerinde yaşayacak değiller ya...

3 Temmuz 2010 Cumartesi

Sor!?


Beyaz bir camda izlediğin hayat senin değil,

Oturduğun koltukta iz de öyle.

Parçan sandığın her şey

Nefesten ibaret

Ve sen onu üfledin

Ve tükettin her şeyinle.


Duyuyor musun?

Kanat çırpmalarını martıların.

Nerede olduğunu

Bilir misin kapansa gözlerin?

Nasıldın bir zamanlar

Ne hayal ederdin

Ve nerelere gidersin

Eğer bir nefeslik şansın olsaydı.

Ve sen onu üfledin

Ve tükettin her seferinde.


Bir adıma ihtiyacın var

Uçurumdan hemen önce

Tutunacak tek bir dalın

Elinin hemen altında.

Çemberin içinden tek çıkış

Kırmaktır.

Kırabilirsin ama kırma

Ki kırılman da hep bundandır.


Soruların var yine

Korkutur sorular

Sen korkma

Cevapların mı

Her biri gizli sorularında.

29 Mayıs 2010 Cumartesi

LOST

Gözlerini açarsın, bir ormanın ortasında yitik bir halde. Düşmüş, yaralı ve boşlukta bir başına.

Hayata ilk gözlerini açışın bu, her şeyi tanımlama, anlama, kavrama.

Bilmiyordun bundan önce neydin, nerede, kimleri sevdin? Şimdi bir el uzanmakta sana, yattığın yerden kalkman için. Bir şans daha, iyi değerlendirebilirsen geçebilirsin de o eski yaldızlı kapıdan.

Bir kaç dost, ve sende onlara uzak elini.
Birlikte yürüyüp onlara ait olmadan.
Korkacaksın fazlaca, korkma yanındakiler de öyle. Eğer başarabilirsen, mükafatın olacaktır elbet, tutunduğun ağaçtan daha sıkı, gökyüzü mavi hayal edebildiğin gibi,
ve uçsuz bir bucaksın deniz,
bakma uzaklara sanki hiç beklediğin gelmeyecekmiş gibi.
Birlikte yaşayıp yalnız ölmekten daha kötüsü var mı ki, biri gelip uzanıverir yanına,
kırık bir gülümseme bırakırsın senden hatıra hemen yanıbaşına...

Tutunmak için onca zorlukta ve kaybolmamak için nefret ile bambuların arasında, boğulmamak için binbir suratlı riyakar insanların sahte nefeslerinden,
bir sabit yaratırsın kendine. derinlere daldıkça, elini tutabileceğin birini, ve gözleri bir yakamoz gibi denizin tam ortasında.

Sonra anlam veremediğin onca şey, şişelerin en dibini görmekle başlar ve geceler günleri getirmeyecektir artık.
Bir mağaradan bir ışık yayılır, ateşe yönelen böcekler gibi çekecek seni yanına.
Elinde bir halatla mı tutunacaksın o çok sevdiğin yaşama?

Ve aşk değişik biçimlerde vücut bulmuş haliyle karşında.
sorularına soru işareti
cevaplarına ünlem olacak kadın,
o masum gözlerle bakacak sana
ve kıpkırmızı dudaklarıyla saracak yaralarını.

Bir ışık yeşillerin arasında
çağırıyor seni,
yaşadığın milyonlarca hayatın arasında
son bir kez daha kapamını bekliyor gözlerini,
sonra?
sonrası yok
asla olmadı.


bir uçak süzülürken gökyüzünde
zihninde kalan son hatıra nedir ki?

"sonsuz bir karanlığın içinden doğdum.
ışığı gördüm, korktum.
ağladım.


yaşamayı öğrendim.
doğumun, hayatın bitmeye başladığı an olduğunu;
aradaki bölümün, ölümden çalınan zamanlar... olduğunu
öğrendim.

zamanı öğrendim.
yarıştım onunla...
zamanla yarışılmayacağını,
zamanla barışılacağını, zamanla öğrendim...

insanı öğrendim.
sonra insanların içinde iyiler ve kötüler olduğunu...
sonra da her insanin içinde
iyilik ve kötülük bulunduğunu öğrendim.

sevmeyi öğrendim.
sonra güvenmeyi...
sonra da güvenin sevgiden daha kalıcı olduğunu,
sevginin güvenin sağlam zemini üzerine kurulduğunu
öğrendim.

insan tenini öğrendim.
sonra tenin altında bir ruh bulunduğunu.. .
sonra da ruhun aslında tenin üstünde olduğunu öğrendim.

evreni öğrendim.
sonra evreni aydınlatmanın yollarını öğrendim.
sonunda evreni aydınlatabilmek için önce çevreni aydınlatabilmek
gerektiğini öğrendim.

ekmeği öğrendim.
sonra barış için ekmeğin bolca üretilmesi gerektiğini.
sonra da ekmeği hakça üleşmenin, bolca üretmek kadar
önemli olduğunu öğrendim.

okumayı öğrendim.
kendime yazıyı öğrettim sonra...
ve bir süre sonra yazı, kendimi öğretti bana...

gitmeyi öğrendim.
sonra dayanamayıp dönmeyi...
daha da sonra kendime rağmen gitmeyi...

dünyaya tek başına meydan okumayı öğrendim genç yasta...
sonra kalabalıklarla birlikte yürümek gerektiği fikrine vardım.
sonra da asil yürüyüşün kalabalıklara karşı olması gerektiğine vardım.

düşünmeyi öğrendim.
sonra kalıplar içinde düşünmeyi öğrendim.
sonra sağlıklı düşünmenin kalıpları yıkarak düşünmek
olduğunu öğrendim.

namusun önemini öğrendim evde...
sonra yoksundan namus beklemenin namussuzluk olduğunu;
gerçek namusun, günah elinin altındayken, günaha el
sürmemek olduğunu öğrendim.

gerçeği öğrendim bir gün...
ve gerçeğin acı olduğunu...
sonra dozunda acının, yemeğe olduğu kadar hayata da
“lezzet” kattığını öğrendim.

her canlının ölümü tadacağını,
ama sadece bazılarının hayatı tadacağını öğrendim.

ben dostlarımı ne kalbimle nede aklımla severim.
olur ya ...
kalp durur ...
akıl unutur ...
ben dostlarımı ruhumla severim.
o ne durur, ne de unutur ..." demiş mevlana.



yapmak istediklerin sonsuza kadar seni takip etmezse sen onların peşini bırakma, sonunda mutlaka başka bir dünyada görüşürüz tüm sorduğumuz soruların cevaplarıyla...

Bir an, bir şey düşer aklına rüya mı dersin,
değildir.
korkarsın
anlamaktan
kavramaktan bir şeyleri,
tedirgin eder
zihnindekiler seni.
kelimelere
dökülmelerine
izin vermezsin,
sonra birileri
senin
gibi düşünmüş

ve dökmüştür
kelimelere

ve bunca yaşamın arasında
göstermişlerdir

açık pencerelerinden
görünen
o
kayıp
adayı...austos'un notu;
ısrarla dinleyiniz;
coldplay
lost;
http://fizy.com/s/1d5igi#

16 Mayıs 2010 Pazar

16/Beş


bir şişe şarabın tanıklığında
yaşanıyor geceler
ve gece bir istanbul silüeti oluyor
vurunca aşkın titrek ateşi
suratına.

masum bir çift gözün tanıklığında
beş beş atlıyor seneler
üzerimden,
ve yüzüm aydınlanıyor
öpünce son bir kez daha,
yanağımdan.

özdemir asaf okunuyor bu saatlerde
vakit
uykuya yatmadan hemen önce
ve girilen rüyalara eş
vuruyor saatler,
sabah kahvaltılarında yere düşen bir çatalın sesi
hala yankılanıyor kulaklarımda.

ömrüm diyorum
esen rüzgar
ömrüm tut elimi
bir uçurtmayı tutar gibi
sımsıkı,
ve süzülelim havai fişeklerinin ışıklarında.

yastığımda yanan mumlar var
bu gece tüm şarkılarıMmm
yıldızlara.

11 Nisan 2010 Pazar

10 Nisan


Ah O zAMANLAR
Hızla kayıyordu trabzanlardan zaman, kazandığı ivme ile daha bir hızlanıyor, sürtünmenin etkisiyle kabuk bağlayan ellerimizi daha bir acıtıyordu.

Acıtmak, ne kadar korkutucu bir kelime değil mi? İnsan hayatı boyunca ne kadar çok karşılaşıyor bu kelime ile...,
ve ne kadar ürküyor karşılaşmaktan.

Doğuyor sancılar arasında, ilk nefes acıtıyor ciğerlerini ve işte başladı hayat. Sonra acıkıyor karnı bir kaç damla süt için göz yaşları ile acıtıyor annesinin yüreğini... büyüyor tanıyor hayatı, seviyor... ah sevmek ne büyük bir acıdır...! neden tanrı lanetledi seni böyle ki?

Kaybetmekten nasıl da korkulur, misketler ya da bir dostun sözleri bazen nasıl da acıtır yüreğimizi. Memlekete sevdalananlar, yarin bembeyaz pamuktan ellerine sevdalananlar, güce paraya sevdalananlar, milyonlarca sebep sayılabilir sevda üzerine...

Sanata sevdalananlar vardır birde,
hayatı anlatmak için bambaşka bir yol seçenler.
Kelimelerle notaları seçen filozoflardan biri eşlik etti işte bize, bir anlığına bile olsa, yolculuğumuzda...

Paco,
Paco de lucia; 14 yaşına geldiğinde artık öğreticek hiç bir şey kalmadığı için hocası tarafından terk edilen bir gitar tanrısı.
Flamenko denilen o büyülü masalın işaret parmağı.

Flamenko ise; gitarın, dansın, ritmin, yanık sesli vokallerin senkronize şekilde yürüdüğü yolun adı.

İşte bu büyük isim 10 Nisan'da İstanbul CRR'de idi. Muhteşen bir gösteriye ekibiyle birlikte imza attı. Arkada o vazgeçemediği palmiye ağaçları ve topuklarını parçalayan Legolas tiplemesiyle Orlando Bloom kılıklı muhteşem dansçısı ile inanılmaz bir hava yakaladılar.
tek kelime ile söylemek gerekirse, tüm ekibiyle İspanya'nın güney esintisini alıp savurdular tüm salona. Sonsuza dek sürecek sanarak büyülenen insanları, sonunda dakikalarca ayakta alkışlatarak ve son bir ziyafetle uğurlamak ister gibi noktaladılar geceyi.

Onlar o geceyle birlikte orada asılı kaldılar. Tüm güzel anılarımız gibi. Bir akdeniz esintisinin vücudumuza bıraktığı izlerle birlikte hatırlanacaklardan oldular.

Ne var ki, Zaman onları da geçmekte ısrarcıydı. Zaman karşısına ne çıkarsa önüne katıp yol almaya devam eden bir zalim de oluyor, yazının en başında bahsettiğimiz acıların da en etkili ve hatta tek ilacı da.

Lügatında, "eyvallah" son sözü olanları;
hoşgeldin diyerek karşılamak mümkün bugünlerde
Çünkü Nisan ile birlikte gelen o sıcacık baharı selamlamak
en güzel dakikalarıdır zamanın.

Kapkaranlık

Bir bulut zindan etmiş ay’ı

Tutsak bakamaz dünyaya

Lakin değil engel ışığını yollamasına

Nasıl olur ki

Bir bulutun esaretinde yaşam,

Var mı doğruyu söyleyin bana

Ayda hayat?

Yalan değilse her şey,

Karanlık yüzünde

Yansıyan kimin yüzü öyleyse?


ve tüm seslerin

bir sahibi var mı

boşlukta asılı duranların

sevdaları

onlarda mı ceza kanunlarına tabi?


Not: Tanıdığım en özel sanatçılardan Ardahan ERYÜKSEL'e ithafen.

28 Şubat 2010 Pazar

tik tak

Saat katranlarına asılı duruyor ruhun

Kim bilir belki de vakasıdır bir intiharın

Senin duyduğunla farklı onun işittikleri

Düş dediği süzülüp içine dolan bir duman-

Bir delilik yapabilir misin

Şöyle içinden geldiği gibi,

Bir Mumbly gülüşüyle karşılayabilir misin ölümü

Ve ruhun süzülebilir mi bir düş gibi içine onun.

Tik

Tak

Bak

Yaklaşıyor

Vakit

Söyle bakalım nedir son sözün

Oynadığın son çocuk oyunun

Göster bakalım yaralarını

Ve takılan çelmeyle yere kapaklandığında kanayan dizini.


Daha iyisini yapabilirsin

Beklemeden çıkabilirsin, kapı aralık.

Tutma kendini ve sayma her biri eşit dakikaya bölünmüş saatleri

Kırabilirsin o camı

Elinde çekiç.

Güçlü müsün susarken

Ağlayabilir misin sebepsiz

Hiçbir şey bilmeden

Kör ve sağır

Seni kandıran zihnine kapılıp

Son bir adım

göz yaşları yaratabilirsin

evet bunları yapabilirsin

bir kuş gibi süzülürken gökyüzünde

bir taş gibi düşebilirsin yeryüzüne

ağaçlar gibi sımsıkı tutunabilirsin kökünle

ve bir şarkı gibi yıllarca söylenebilirsin dillerde.

13 Şubat 2010 Cumartesi

kapılar


Musiki ile hicran ediyor gönlüm,
yeditepeli şehrim İstanbul.

açıyor bahçelerinde sessiz,
rüzgarlarla sevişmiş yediverenler.

aranıyor bulutlar sevdiğini,
hep bir yanı ateşse diğer yanı kül.
güzel bir dünya
yalnızca düşlerde mi mümkün!?

evet bir gün daha ekledik mi ömrümüze
varacakmışız gibi nihayete
sevinsek mi alelacele.

toprak derin
gökyüzü engin
suların serin
uçurumların sarp senin

kıyılarında durdum korkumdan
uzaktan geçen gemilere baktım hep,
serde sakladım kimdim, neydim, neye aittim
sonunda bir şişenin içine hapsoldu nefesim.

ve beni almaya geldiklerinde
gözlerimi kaçırdım insanlardan,
bir suçum olacaksa eğer
bilinsin
yaşamaya dair ne varsa hepsinden hüküm giydim.

kayıtlara geçsin
kırılacak kalemlerin yerini aldı sözlerim
ve
duyulacaklar
hep bir bağbozumu tadındaydı.
dilimde hala aynı paslı yanın.

kapılar açıldı ve
kapılar kapandı
ilk sesi duyana kadar bekledi yolcu
hiç inmek istemiyordu.
bir durak onun, diğeri onaydı
ve yarım aralıklardan izlerdi dünyayı.

ıslanmıştı yolları
ve üşümüştü elleri
bir adım daha atsa düşecekti
attı
her yanı düş'tü.
kanadı dizleri.

5 Şubat 2010 Cuma

Lost for words

we've some cool ideas but we haven't power to legs...
Our souls are walking to darkness the roads, the roads are silence...

"i was spending my time in the doldrums
i was caught in a cauldron of hate
i felt persecuted and paralysed
i thought that everything else would just wait

while you are wasting your time on your enemies
engulfed in a fever of spite
beyond your tunnel vision reality fades
like shadows into the night

to martyr yourself to caution
is not going to help at all
because there'll be no safety in numbers
when the right one walks out of the door

can you see your days blighted by darkness?
is it true you beat your fists on the floor?
stuck in a word of isolation
while the ivy grows over the door

so i open my door to my enemies
and i ask could we wipe the slate clean
but they tell me to please go fuck myself
you know you just can't win"

31 Ocak 2010 Pazar

kartopu izi duvarımda

Meftunum sana
Akıyorken camdan damla damla
Gökteyken bardaktan boşanırcasına yağmur.

Tutmuyor ellerim
Yani büsbütün çıplaksın
Kupkuru hayalin ıslanıyor.

Her şeyi geçtim de
Sırf o ipek saçların için sarmalı seni.

Sonra duruyorum sebepsiz
Yerde karıncalar geziniyor
Su onları önüne sermiş gezdiriyor
Bir kayık gibi çekirdek kabuğu
Üstü şişhane altını feci götürüyor.

Metfunum sana bu yüzden
Taş sokaklarda yankılanıyor gidişin
Gülüşün hala duvarlarımda afiş
Bir ucundan tutayım yırtayım diyorum
Olan kırılan tırnaklarıma oluyor.

Soğuk itiyor penceremi
Saatim buz kesmiş kolumda durmuyor
Öyle meftunum ki sana
Geçen zamanım sen
Koluma taktığım soğukluk gibi.


………….

Sonra birden parmaklarım kanıyor
Dokunduğum duvarlar kırmızıya çalıyor
Gidişinin afişlerine koşuyorum
Yırtamadığım hani
Üzerini boyayım diyorum
Elbisen kırmızı
İşe yaramıyor

Odamda soba
Üzerinde çoraplarım duruyor
Islanmış ayaklarımı asıyorum
Beyaz tenim güneşe çalıyor

Sarkmış buzlar balkonumda parmaklık gibi duruyor
Ve perdelerimin yerini
Camı kaplayan kar yığınları alıyor.

Başımda soğuk bir ağrı
Saçlarımda kır dönümleri
Gözlerimin etrafı hareleri
Bilmem yaşım kaça varıyor.

Aynaların arkasında havadisler
Güzel bir kızın kırmızı dudaklarından bahsediyor
Sen geliyorsun aklıma
Ayna bana beni gösteriyor

Yakıştırıyorum sonra kendimi sana
Etim yanıyor
Çözülürken iliklerimin buzları

Güneş akıyor
İçime
Dilimde pütürlü duvar tadı
Sanki az sonra o afişlerden biri
Yapışacak gibi içime

Yürüyorum yalnız
Kar yollarında izlerim kalıyor
Biraz şöyle otursam diyorum
Uyku beni çok uzaktan çağırıyor
Yolum uzun diyorum
Elimde çantam
Bırak diyorum umutlarım
Bağlanma o dala
Bahar gelince uçurtmalarla uçacaksın ya arşa
Koyver şimdilik kendini koyver boşa.

29 Ocak 2010 Cuma

parmak uçlarında


Çok zor mu ki hayatın
aslında basit her şey,
önce al bir nefes
sonra bırak kendini.
boşlukla tanıştın mı
uzat elini.


yabancı mısın bu yollara

ki sakın bir tanıdık bekleme.
değişebilir misin söyle
bu saatten sonra ne olmak istersin
ne kurtarır seni ve dünyanı.


Kayıp saatler bekçisi
elinde demirden sopası
düşten biraz gerçek, gerçekten fazlasıyla uzak.
takıldın tavşanın peşine.

dalgalar gibi almış kanatlarının altına rüzgarı
kirli bir camda izler dünyayı
dünya nedir kaderin?
ne diye bunca baş dönmelerin.

eksenim etrafında radyo dalgaları
tutmuşlar dudaklarımdan
soğuk ve ıslak
bir aşağıya bir yukarı çekiştiriyorlar.
çok ağır bu yağmurun damlaları ve aksak süzülüyor penceremden
bir birlerini feda ederek bir bin parça.

vakit geç ömrüm
yaşım ortasında yirminin
dizlerim ağrıyor
ve cümlelerin kısık nicedir.


ve bir ay doğar

dolunay.

bırakır gidersin sözleri

sözler gece de yıldız gibi parlar.


Ayrı filmlerin karesi olduk aynı ekranda bir araya gelemeyecek

Ve çok oldu ayrılıklar arkasından dökülen sular yetmeyecek

Sesler yükseldi alabildiğine duvarlar örtmeyecek

Ne gözler anlatabilir sevgiyi ne de kalp bir başkadır aşkta.

Eller yalnızca

Eller anlatır beni sana.

Dokunsun ellerin

Günah gibi değil ellerim

Gün ağırır gibi dokunsun.

20 Ocak 2010 Çarşamba

kukla

Heyecan verici fakat umut değil... İnkarla yürüyordu lanet yağdırdığı yollarının üzerinde. ayağından vurulmuştu önce, sonra omzundan.
Hiç bir şey hissetmiyordu, sadece yürüyordu. İstemsizliğin nemenem bir şey olduğunu idrak ediyor fakat bunu önemsemiyordu.
İplere dolanıyordu, işte bunu çok iyi biliyordu. Gittikçe yorgunlaşan dizlerini kırmakta zorlanıyor adımları aksıyordu.
Savaştı bu.

Her şey olabilirdi. Buraya kadar gelmiş olması bile önemliydi ama tüm bu kifayeli sözler savaş sonrası rahat koltuklarda otururken yazılanlardandı. Hemen tanıdı kulağına çalınan süslü sözleri. Yağmurun ıslatmadığı, kuru ayazın dudaklarını kavurmadığı bir dünya yoktu, eğer bu akan yaşları yanağından süzülürken içi gıdıklanıyorsa hala yaşıyor demekti hem de o hiç beğenmediği ve tiksindiği gerçek dünyada.

Toprağın çamurdan balçık kıvamına dönmesinin ardından kendini birazdan düşeceği yerde filizlenecek bir tohum olarak gördü. Bu onu sevindirmedi, aksine artık dahada korkuyordu. Düşündü ve ağladı. Korku bütün vücuduna yayıldıkça acısı azalıyordu ama kendini korkuya teslim etmememesi gerektiğini de çok iyi biliyordu. Parmakları uyuşmuştu.

Bir kafesin içindeydi ona söylenilen hayatları biliyor, merak ettiklerini yalnızca hayalinde yaşıyordu. Ayakkabıları biraz daha parçalandı. Tabanları tam uçtan ayrıldı. Artık kahverengiydi yolları ve nereye bassa izi kalırdı...

Saatine baktı, gün yeni teslim olmuştu geceye. Elleri hala yukarıdaydı ve beyaz sallanıyordu bayrakları.

Hep böyle serin mi olur akşamüstleri ve tutunamaz kuşlar lodosta bir dala. Boğazdan geçen gemiler hep aynı mıdır ya da bu bir bir yanan ışıklar hep aynı hayata kapar perdelerini.

Kimler sevişir ve kimler düşlerine düşer. Kimleri kabul eder yalnızlık ve kimleri yoksayar sokaklar.

Hayatın uçlarından bağlanmış bir kukla ve sen ta kendisisin hayatın. Hayat sensin ve çekiştirildiği kadar özgürce hareket edersin. Bir yanın kalk gidelim öbürü dur oturalım hali... ah keşke burada olsaydın...

bir kuyudan aşağıya baktım, derin.
suyundan tattım, soğuk.
seslendim sesim boğuk.
uzandım dala, dal eğik.

karışık sesler arasından ayırt ettim sesini ve dinledim saatlerce, adım söylenir diye bekledim ve korktum adımın seslenilmesinden.

bir korkaktı artık ayakları yorgun, omuzları çökük.
yaralarından kam damlıyordu ama biliyordu ki bu onu öldürmeyecek...

3 Ocak 2010 Pazar

2010

Yıl olmuş 2010

Biz hala Pink Floyd dinliyor, Chagall sergilerinde kübik yapıtlara olmayan anlamlar yüklüyoruz. Ve dikkat kesiliyoruz üçgen masalarda ki kare muzlara.

Yıl olmuş 2010

Biz hala Another brick in the wall diye bağırırken, birileri bağıranların arkasından ellerini sinsi tüccar hareketiyle ovuşturuyor. Ve dikkat kesiliyoruz son zamların nasıl ölmüş bedenlere saplanan bıçaklar gibi hareketsizce selamladığına.

Yıl olmuş 2010

Biz hala hey you diye işaret ederken, birileri birilerinin üzerini çiziyor, kalemini kırıyor. Ve bu arada biz dikkat kesiliyoruz Bihter'in gögüslerine, Behlül’ün kıydığı ipek saçlarına(!)

Yıl olmuş 2010

Biz hala birileri için wish you were here diye ağıt yakarken, birileri buradayım ulan “belliyorum toprağınızı” diyor, duymuyoruz. Aşağı bakıyoruz önce, önümüze, serde utangaçlık desen değil, vurdumduymazlık desen belki… sonra yukarı bakıyoruz, üzerimizde uçan kuşların kanatları korkutuyor, peki ya yüzümüze çarparsa telaşı kaplıyor bünyeyi… En iyisi mi bakmamak, hepimizin yapmayı çok iyi öğrendiği gibi baktığını görmemek, sıyrılmak diyoruz sözlüklerde anlam olarak aradığımız tel maşa hikayelere…

Yıl olmuş 2010

Biz hala high hopes peşinde dayıyoruz başımızı camlara, uzaklara diktiğimiz gözlerimiz önünde üşüyen hayallerimiz titriyor, sevgilinin eli gibi alıp ellerimiz arasına ısıtmak namümkün, işte bu feci koyuyor adama… Çünkü biz bildik ki kalacak her şey aynı ve hep gidilecek bir şeydir hayaller, kalıp savaşmak gerekiyormuş bazen, geç öğrendik. Bu sefer hayaller gelmedi ardımızdan, kaldık mı orta da soğukta kalmış bekçi düdüğü gibi, çevir öttür, döndür öttür tok sesler yankılanır boş sokaklarda…

Yıl olmuş 2010

Biz hala marooned, hala çokça çocuk

Saklanıyoruz ebelenmemek için o ağacın ardında,

Ağaç sımsıkı tutunmuş toprağa güven veriyor bize ya,

Dalları kırılgan ama

Hala sallanıyor salıncağımız bir sağa bir sola

Uzaktan seslenen ses adımızı çağırıyor

Mutlu ediyor hala bizi yağmur sonrası çıkan gökkuşağı

Ve yetiyor şarkılar söylemimize

Güne dönmüş yüzünü papatyaların selamları.

Evet yıl 2010

Biz hala Pink Floyd dinliyor, çocukça hayallerimizin peşinde bir uçurtmayı havalandırmak için koşar gibi dört nala adımlarda, gökyüzüne balonlar salıyor, yağmurların yağınca dilimizi dışarı çıkarıyoruz.

Biz hala en büyük dertleri yaşadık sayıyor, kahve fincanımız çatlayınca dünya başımıza yıkılmış sayıyoruz.

Biz hala derin nefeslerle aşkı çekiyoruz ciğerimize ve gamı atıyoruz üfleyerek dışarıya,

Çünkü yaşıyoruz.

Dokununca parmaklar rüzgar gibi parmaklarımıza, tenimiz titriyor

Uyandığımız anda özlüyoruz zorla çıktığımız o sıcacık yatağı,

Bir şeylere sahip olmak için kazanmak zorunda olduğumuza inandırılmış o paralar için, her seferinde en değerli şeylerimizden vazgeçtiğimizi biliyoruz ve bunu bir sırmış gibi kendimizden bile saklıyoruz.

takvim yaprakları gibi savrulmanın da, bir nehrin çağlayan sularında süzülmenin de, bir yokuşun başında "vay arkadaş ne dikmiş" demenin anlamalarını da kazıyoruz yüzümüze.

yıl olmuş 2010

welcome to the machine diyen biri çıkana kadar

time’ın sirenleri çalınır kulaklarımızda…

En azından hala yeşil ağaçlar

Gök hala biraz mavi

Denizler de öyle özlem kokuyor çoğu kez

Ve dalgalar kıyıya vuruyor çığlıklarla

Güneş doğuyor inatla

Ve ay parlıyor kara bulutlar arasından sıyrılabilirse,

Yine gelir ağustos

Ve ardından ekim

Gelirse de gelmezse de

Esiyor rüzgar başına buyruk bir halde…