11 Ağustos 2009 Salı

...YOLDA...

Bir yolculuktu, virajlar da vardı, uçsuz bucaksız düzlükler de, sağında parsel, parsel tarlalar, solunda batan bir güneş, denizin üzerinde birazdan belirecek ay, fonda içli bir müzik,sanki her şey o an peyda olmuş, her şeyin bir anlamı varmış gibi kurulmuştu...

güneş batmış ay doğmuş yıldızlar karanlıkta ki yerlerini almış, ağustosun sedası, gök kubbeye yayılmıştı...


Bir yolculuktu bu fakat;


İstemiyorum

Yolcusuz yolları

Taşları yığılmış dizilmemiş

Kaldırımları.


İstemiyorum

Susuz çiçekleri

Güneşe hasret kalmış

Dalları ise kırılmış ağaçları.


İstemiyorum

Yorgun rüyaları

Sabahları demlenmemiş

Çayları katık yapıp uyanmayı.


İstemiyorum

Boş odaları

Boş konuşan kutuları

Ve huysuz kurulmuş saatleri.


İstemiyorum

Uzak yakınları

Bir nefes kadar yakın

Kül rengi dokunuşları.


İstemiyorum

Veda etmeyi

Sende bir hoşça kal var

Benim söylenmemiş sözlerim.


İstemiyorum

Son bakışını

Ellerin tutmasa da ellerimi

Tutuyor ömrüm yollarını.


Henüz başındayken yollar bitip bilmek bilmiyordu, zaman bir kum tanesine dönüşüp, süzülüp denize karışırken;


Kimsenin bilmediği sokaklarda saklandım

Ruhların yakıldığı yerlerdi

Ve bir mengene gibi sıkıştırılırdı düşler.

Üzülmenin bir anlamı olmadığı zamanlarda saklandım

Yokluğun varoluş olduğu yerlerdi

Ve bir bulut gibi yumuşaktı karşı duruşlar.

Kimsenin gülmediği odalarda

Dudak ucu kıvrımlarını yukarıya çektiğim yerlerdi

Ve bir mandalla tutturulurdu hikayeler dillere.

Bazen yanar döner meyvelerdi masaların üstü

Geç kalmış adımlarda yürünür

Oturulacak yerler önceden hep belli olurdu.

Söylenecek sözler anlamsız

Kurnazlık bir meziyetti.

Hileli oyunların

Enayi görünümlü çakalların

Ve her zaman kaybetmeye mahkumların masasında

Yıpranmamak için aklımı hep girişe astım.

Ve söylenmemesi gereken son sözler

İlk söylediklerimdi.

Her şeye ve herkese inat

Yazdım

Kuşların gökyüzüne sevdalarını.


Kalemin son bir kaç satır daha yazacak mecali kalmayınca bir solukluk yanaştık sağa, hırıltılar gelirken arabada, önümüzde hala alınması gereken yolların belli belirsiz silueti kucaklıyordu sevdayla...


o sırada bir başka yolcu, İbni Batuta'nın sözü gelir akla;


"ne sohbetiyle ferahlayacak eşim ve dostum ne de beraber yürüdüğüm bir kervan vardı."


ve ekledi diğeri, ama gidecek yollarım hep vardı...


Yol önünde bir çamaşır ipi gibi uzadıkça, hayaller mandal olur, anıları kurusun diye bir bir asar yolcu,

ve aynı yolcu yola sevdalı, varacağa yere özlemlidir her zaman...


Biliyorduk ki;

Önce çocukluk;

Küçük şeylerle mutlu olabilme zorunluktu.

Sonra gençlik;

Bulutlar o kadar da yumuşak değildi öğrendik,

Parlak yıldızlar

En karanlıkta dikkat çekermiş bildik.

Bilmem yanlışlık mı, ölüm mü, beklemek mi ?

Bir an için ilk fırsattı, günebaktık

Gözümüz yandı.


Başımızı eğmeyince önümüze,

Bizde keyfimize buyruk yaşadık

Burukluk kabul görüp saygıyı

Dönemediğimiz zamanlardı

Özlemler,

Hep kendimizi buna inandırdık…


İlerledikçe geriye dönüp bakmalarımız azalmıştı, belki gittiğimiz yol yol değildi, belki burada olmak için yaratılmıştık, bu yolların bir sebebi olmalıydı, düşündük ki beyaz bir ufuk varsa ötede daha alacak çok yolumuz var!


Bizde ardımızda çok söz bırakmadık belki bir kaç satır;


Bütün sabahların geri dönüşsüz olduğu vakitlerdi, kimine göre vakit çok geç kimine göre erkendi, cepte düğüm düğüm kelimelerle çıkmıştık yola,

ve nasıl da güzeldir baharda bir sabah aniden açan çiçek...


1 yorum:

  1. Bir roman adı değil miydi?
    ''Çürüyen sevdalar şehrinde
    yeşeren tutkular ormanı''
    Yanılmışım sanırım üstteki yazar gibi!..
    Özür dilerim...

    YanıtlaSil