27 Ağustos 2009 Perşembe

ay karanlık...


Çok dağınık hayallerin kadınıydı
Bir bulutun üstünde bütün dünyayı dolaşabilirdi
Sevgi sözcükleri onun için yazılmış
Tüm şarkılar ona söyleniyordu sanki,
Hiçbir kötülüğü içinde barındırmaz
Penceresi hep sonsuz bir pembeliğe açılırdı.

Çok dağınıktı saçları
Rüzgarda alabildiğine saçılırdı
Yani bir mısır koçanı gibi parıldardı
Bir özgürlük türküsü gibi kafiyeli
Bir yağmur gibi inatla üzerine yağardı.

Çok büyüktü gözleri,
İçinde okyanusları barındırır
Gemileri yüzdürür,
Balıkları beslerdi.

Çok manidardı sözleri
Bir uçurum kadar sonsuz,
Boşlukta bırakırdı kelimeleri.
Ve düşerken o uçurumdan
Yine kelimeleri tutardı elleri.

Çok güzel bir kalbi vardı
Sevgisi bir uçurtma,
Bir uçan balon,
Bir tür pamuk şekeri idi.

Çok güzeldi,
Sular onu kıskanır
Yıldızlar ona göz kırpar
Kuşlar her seferinde
Dönüp, dönüp ona bakardı.

Hiç şımarmaya mecalim yoktu,
Ve annesinin eteğine sarılan bir çocuk değildim hiçbir zaman,
Canım çekse de o şekeri sevmem der,
Uçurtmayı gazete kağıtlarından yapar
Ama hiçbir zaman uçurmayı başaramazdım.

Akıl bu ya,
Uçan balon yerine bile
Sıradan balonların içine uçabilsin diye
Hasretle sigara dumanı üflerdim.

Çok hayallerim vardı.
Hepsini bir, bir ipe assam
Süzülüp gitmelerinden korkardım.
Bazen dalıp gider
Yemek yemeği unutur,
Elimdeki kaleme aldanırdım.

Bir gemiye atlayıp kürekler avucumda
Karanlık denizlere çekerdim dalgaları
Ay’ı rotam belleyip
Saatimi ışıklara göre ayarlardım.

Ay karanlıktı.
Geceler hep mavi.

Kavuşulacak çiçeklerdi aslanağızları,
Sarı gövdeye konulana dek
Arılar gibi hızla kanat çırpıp
Nefessiz kalıp yine de durmamaktı.
Tüm yollardan geçip
Kaç durak var saymadan
Ağırsa hayalleri atıp
Yanına varmaktı mesele
Yalnız,
Boş
Ve kupkuru olsa da,
Düş benim düşümdü
Gece benim,
Mavi benim.
Ay benim.
Ama en çok ağustos ben.

20 Ağustos 2009 Perşembe

Mektup


Yürüdüm,
taştan yolların ince çizgilerine basmadan yürüdüm, küçüklükten kalma bir oyundu bu benim için, ne zaman zihnim dolu olsa bunu yapardım, sanırdım ki o çizgilere basmadan ne kadar uzun bir yol alırsam o kadar başarılı olacaktım, aklımda ki soru işaretlerini ters çevirip birer salıncağa dönüştürecek ve orada uyuyana kadar sallanacaktım. Bacaklarım gökyüzüne değene dek sallanmak ve rüzgarla arkadaşlık etmek ne de güzel olurdu yıllar sonra yeniden...
Hava yavaştan kararıyordu, uzaklardan, gittiğim yönde hafif bir kırmızı yayılıyordu, karanlığa dönüşecek bir kırmızı ürkütüyor olacak ki kuşları hep ters yöne uçuyorlardı, aksine ben ışığa uçuşan böcekler gibi o yöne doğru gidiyordum. Bunda evimin yolunun aynı istikamette olmasının etkisi olduğuna hiç girmek istemiyorum.

Yürüdüm,
son bir kaç basamak daha ve işte yıllardır önümde bir set olan o tanıdık demir kapı, az sonra içeride olacaktım ve bırakabilsem bir yük gibi taşıdığım o iki tarafıda açılabilen yüzsüz çantamı, sokmasam içeri tüm huysuz anılarımı diye düşünürken ilişti gözüme kenarları sarı ve hafiften kırışmış zarf.

Üzerinde ismim yazıyordu, adımı bir diktörtgen kağıt üzerinde bu şekilde okumayalı uzun zaman olmuştu, bu bir mektuptu. Hiç nefes almadan zarfa yaklaştım, ben yaklaştıkça zarf küçülüyor ama üzerinde yazılı ad daha bir büyüyordu.

Yürüdüm,
ismimin yazılı olduğu o kenarları sararmış beyaz zarfa doğru yürüdüm, mavi tükenmez kalemle yazılı adıma doğru yürüdüm...

Elimle tuttuğumda içimde ki heyacan adı verilen hormonal dalgalanmayı daha kuvvetli hissediyordum. Sese duyarlı sensörlü aydınlatma sönüp beni zarfla karanlıkta başbaşa bırakana kadar, ne denli sessizce hareket ettiğimin farkına varmamıştım. Zaman bile bu sessizliğe ayak uydurmuş olacak ki dönüşünü yavaşlatmıştı. Zarfı alıp kendimi, dairemin içine attım.
İstanbul'da bir apartman dairesinin en üst katından bile İstanbul'a tepeden bakmanın mümkün olamayacağını öğrendiğim evimin içine girdim.
Usulca koltuğa oturdum, kravatımı gevşettim, ceketimi bir daha hiç giymeyecekmişim gibi fırlattım.
Tek düşündüğüm artık basmamaya çalıştığım o taş yolların yoksul çizgileri değildi, ya da biraz daha yüklensem kendime, ters çevirip salıncak yapabileceğim soru işaretlerim de değildi. Bu garip mektubu tutmanın, sevgilinin sıcacık, minik ellerini tutmak gibi olduğunu bilemezdim. Hızlı ama emin bir şekilde açtım ucundan mektubu.

Açtım,
ve sessizce aktı kelimeler ellerime...

Ne için düşünmek günü,

Ve ne için yaşamak sordun mu?

Bir cevap aramak için feda etmeli mi hayatı,

Duruş nedir, ve nedir mutlu kılan seni?

Bir çığlık gibi yankı bulan içinde kimin nefesi

Tanıdık mı yoksa değil mi,

Ve sen nefes almaya ne vakit başladıydın

Ne vakitti en son başın dik yürüdün.


En son ne zamandı bir merhabanla aydınlandı yollar,

Ve dönüp başını çekip aldın istediğini.

Yıldız olarak bildin

Baş üstü ettiğin,

Gökyüzü bir tabakadan mı ibaret,

yoksa sonsuz bir örtümü

üstüne örttüğün.


Kimsin sen

Tanıyor musun hüznü

Nedir bilir misin mutluluk

Elinde bir tomurcuk

Bekledin mi hiç açmasını gülün.


İlk ağladığında

Sana sunulan anne koynu

Hasret miydin kokusuna,

Ciğerinde ki ilk hava mı yoksa

Korkuna sebep bunca zaman.


Hoş geldin oğlum

Yeni bir dünya

Seç bir yol

Kısa veya uzun.


Düşün bil ve öğren

Hayat bir okul

Sen hep bir öğrenci

Eğer bir soruya sahip değilsen

Yoktur bir cevabında.


Soruların olmalı

Ve sana sorulanlara bir cevabın.


Bilmeyeceksin kimi zaman

Nedir kimdir bu karşına çıkan.

Fakat korkma,

Ürkeklik yalnızca bir dağ ceylanı yüreği.

Gülüşün ise masmavi bir deniz.


Tıpkı özgürlük gibi.

Tadı tuzlu, rengi mavi.


Sözün yoksa söylenecek,

Değmesin dilin dişlerine.

Ve dudakların öpmeli sevgiliyi,

Usulca bir bebeği koklar gibi

Masum,

Bir anneyi kucaklar gibi,

Mis,

Bir babanın yüreği gibi,

Güçlü.


Bir kayık olursun kimi zaman

Denizin ortasında yalnız .


Ve çaresizsindir,

Limanlar ışıksız

Gökyüzünde yoksa tek bir yıldız.


O deniz gülüşündü unutma,

Masmaviydi rengi,

Gökyüzü bir örtüydü,

Üstünü örtemese de girip altına gözyaşlarını örttü.


Bir ışık yoksa hala limanda

Ve tek bir yıldız parlamıyorsa,

Sen ışık ol,

Ulaş yıldızlara,

Denizler güldükçe yıldızlar parlar unutma.


Biri sığınmışsa sana,

Dürüst bir el arıyorsa alt tarafı

Fakat ne istediğini bilmiyorsa,

Anlat ona dünyanı,

Çevirme geri,

Zaman dediğin akıp giden bir yoldur,

Çizgileri kimi an seyrek, kimi sık.


Bir sessizlik olduğunda,

Kalp atışının, tik taklarını duyarsan dinle.

Özgür bildiğin kelebek bir tırtıldı alt tarafı,

henüz çıkamadan kozasından,

Bazen kozandan çıkana kadar bekle, sende.


Herkes üzerine geldiğinde

Yenilemek için kendini,

Kaçacak bir yer aradığında;

gemiler gibi ol,

köpük köpük dalgaları al alabildiğin kadar altına,

bil ki,

Delik bu dünyanın dibi

Ve su akıtıyor altından.


Her neyse ne şekilde unutulur derler aldırma,

Ağırlıksa unut gitsin,

Taşıyabileceğin kadarını al yanına.


Ve en çok,

Gözlerin oğlum gözlerin,

Anlatmalı seni.

Her zaman.

Sevmeye,

Hep gözlerden başla.


İmzasız satırların ardında gizlenen büyük bir dünyadan, yeryüzüne düşmüş gibiydim, şimdi o dipsiz kuyuya düşen alice'i ve beyaz tavşanı takip etmenin ne demek olduğunu daha iyi anlıyordum. Zaman denilen kavram bizim algıladığımızdan çok daha farklı olabileceğini, sıralamayı bizim algılamamızı kolaylaştırmak için başlangıç ve sonuç döngüsü içinde tutulduğunu, belki de geleceğin, geçmişin elinden sımısıkı tutan bir baba-oğul, yahut şefkatli birer sevgili gibi elele ebedi bir yürüyüşte olduğunu... Aslında bunu üzerine hiç düşünmemiştim.

Oyunları ve masalları yastığımınla gizleyeli uzun zaman olmuştu...

Bir solukta okuduğumda mektubu, zamanın bu sefer nasıl dört nala düz ovalarda koşturan atların ayakları altında geçtiğini farketmemiştim. Bir bebeğin tanımsız seslerinden ibaretti hayat ve anlamlar yükleyen bizim o uslarımız en çok aldatanlardı yine bizi.


Mektubu elimden bıraktım, oturduğum yerden bir çırpıda kalktım, başım dönüyordu baktığımda pencereden, ulan yine İstanbul batırdın güneşi, ne vakit özlettin kendini ay, bekle bekle biraz daha, bahara ne kaldı, sonrası yaz, uyumadan hemen önce oradayım nasılsa...


11 Ağustos 2009 Salı

...YOLDA...

Bir yolculuktu, virajlar da vardı, uçsuz bucaksız düzlükler de, sağında parsel, parsel tarlalar, solunda batan bir güneş, denizin üzerinde birazdan belirecek ay, fonda içli bir müzik,sanki her şey o an peyda olmuş, her şeyin bir anlamı varmış gibi kurulmuştu...

güneş batmış ay doğmuş yıldızlar karanlıkta ki yerlerini almış, ağustosun sedası, gök kubbeye yayılmıştı...


Bir yolculuktu bu fakat;


İstemiyorum

Yolcusuz yolları

Taşları yığılmış dizilmemiş

Kaldırımları.


İstemiyorum

Susuz çiçekleri

Güneşe hasret kalmış

Dalları ise kırılmış ağaçları.


İstemiyorum

Yorgun rüyaları

Sabahları demlenmemiş

Çayları katık yapıp uyanmayı.


İstemiyorum

Boş odaları

Boş konuşan kutuları

Ve huysuz kurulmuş saatleri.


İstemiyorum

Uzak yakınları

Bir nefes kadar yakın

Kül rengi dokunuşları.


İstemiyorum

Veda etmeyi

Sende bir hoşça kal var

Benim söylenmemiş sözlerim.


İstemiyorum

Son bakışını

Ellerin tutmasa da ellerimi

Tutuyor ömrüm yollarını.


Henüz başındayken yollar bitip bilmek bilmiyordu, zaman bir kum tanesine dönüşüp, süzülüp denize karışırken;


Kimsenin bilmediği sokaklarda saklandım

Ruhların yakıldığı yerlerdi

Ve bir mengene gibi sıkıştırılırdı düşler.

Üzülmenin bir anlamı olmadığı zamanlarda saklandım

Yokluğun varoluş olduğu yerlerdi

Ve bir bulut gibi yumuşaktı karşı duruşlar.

Kimsenin gülmediği odalarda

Dudak ucu kıvrımlarını yukarıya çektiğim yerlerdi

Ve bir mandalla tutturulurdu hikayeler dillere.

Bazen yanar döner meyvelerdi masaların üstü

Geç kalmış adımlarda yürünür

Oturulacak yerler önceden hep belli olurdu.

Söylenecek sözler anlamsız

Kurnazlık bir meziyetti.

Hileli oyunların

Enayi görünümlü çakalların

Ve her zaman kaybetmeye mahkumların masasında

Yıpranmamak için aklımı hep girişe astım.

Ve söylenmemesi gereken son sözler

İlk söylediklerimdi.

Her şeye ve herkese inat

Yazdım

Kuşların gökyüzüne sevdalarını.


Kalemin son bir kaç satır daha yazacak mecali kalmayınca bir solukluk yanaştık sağa, hırıltılar gelirken arabada, önümüzde hala alınması gereken yolların belli belirsiz silueti kucaklıyordu sevdayla...


o sırada bir başka yolcu, İbni Batuta'nın sözü gelir akla;


"ne sohbetiyle ferahlayacak eşim ve dostum ne de beraber yürüdüğüm bir kervan vardı."


ve ekledi diğeri, ama gidecek yollarım hep vardı...


Yol önünde bir çamaşır ipi gibi uzadıkça, hayaller mandal olur, anıları kurusun diye bir bir asar yolcu,

ve aynı yolcu yola sevdalı, varacağa yere özlemlidir her zaman...


Biliyorduk ki;

Önce çocukluk;

Küçük şeylerle mutlu olabilme zorunluktu.

Sonra gençlik;

Bulutlar o kadar da yumuşak değildi öğrendik,

Parlak yıldızlar

En karanlıkta dikkat çekermiş bildik.

Bilmem yanlışlık mı, ölüm mü, beklemek mi ?

Bir an için ilk fırsattı, günebaktık

Gözümüz yandı.


Başımızı eğmeyince önümüze,

Bizde keyfimize buyruk yaşadık

Burukluk kabul görüp saygıyı

Dönemediğimiz zamanlardı

Özlemler,

Hep kendimizi buna inandırdık…


İlerledikçe geriye dönüp bakmalarımız azalmıştı, belki gittiğimiz yol yol değildi, belki burada olmak için yaratılmıştık, bu yolların bir sebebi olmalıydı, düşündük ki beyaz bir ufuk varsa ötede daha alacak çok yolumuz var!


Bizde ardımızda çok söz bırakmadık belki bir kaç satır;


Bütün sabahların geri dönüşsüz olduğu vakitlerdi, kimine göre vakit çok geç kimine göre erkendi, cepte düğüm düğüm kelimelerle çıkmıştık yola,

ve nasıl da güzeldir baharda bir sabah aniden açan çiçek...