28 Temmuz 2009 Salı

Bardak...


çok mu aşk adamıyız dedi bardak,
anlamadım gitti...

belki bundan besleniyor ruhumuz
ve susuyoruz bir temmuz akşamında dedi diğeri,

bence de öyle
ama kendimi çok mutlu hissediyorum dedi bardak,

suya kanar gibi aşkla sarılıyoruz hayallere
ve dolup taşan şey yalnızca bize kendini bırakan yalnızlığımız dedi diğeri.

bardak
sıvının bulunduğu anda şeklini aldığı,
dağılmamak için bir liman.

bardak deyince ilk akla gelen su oluyor ne hikmetse,
bunda en temel ve yaşamsal besin olmasının etkisi olabilir belki.

susuzlukla anlatıyoruz kuruyan dudaklarımızı,
kavrulmanın yakıcı ve paslı tadını suya olan özlemle anlayabiliyor,
duyduğumuz tüm hasretlere, sana olan susuzluğum diyebiliyoruz.

su ile ilk hatırladığım ve canlı olan tanışmam, dağdan çoşkun bir şekilde ve büyük bir gürültüyle akan suyun taşlar arasında kıvrıla kıvrıla süzülmesiyle başlar, ardından üç, dört yaşlarındaki bir çocuk için yüksek, otuzdört yaşlarındaki bir adam içinse oldukça alçak bir mesafeden akan suya karşı attığım ilk adımdır.

ve her adımda içimde bir serinlik, her serinlikle yüzüme çarpan damlalarda bir keyif, her keyifte bir adım daha atma isteği doğmasıdır...

İleride attığım tüm adımlarda bu ilk adımların etkisi olduğunu anlayacak fakat her birinin sonunun aynı keyifle susuzluğumu gideremeyeceğini de yaşayarak öğrenecektim.

Biraz daha yaklaşırsam baştan aşağıya ıslanacaktım, bunda pek sakınca görmemiş olacağım ki adımlarımı durdurma niyetinde değildim.


Bilmediklerimizden korkmayız küçük bir çocukken çünkü korkulacak şeyleri yaşamın dikenli yollarından yürürken çizilen bacaklarımızda oluşan acılarla öğrenecektik.

Ve o adımları atarken dizime kadar çekilmiş çoraplarımın altında bacaklarım gün yüzü görmemişlerdi.
Büyüdükçe ise bilmediklerimiz bizi korkutmaya başlar oldu.


Üç dört yaşlarındaydım
ve susamıştım.
tek istediğim tepeden tırnağa ıslanmak pahasına dudaklarımı suya dayamaktı...


ama ıslanmakla kalmayıp bir türlü dudaklarıma değen damlaları ağzıma toplayamıyordum, her bir damla mızıkçılık yapan ilkokul çocuğu gibi ders zili çalınca sebepsizce ve deli gibi koşturuyordu ne yazıkdır ki tek gelmesini istediği yere inatla gelmiyordu...

üç dört yaşlarındaydım, susamıştım
ve gideremiyordum susuzluğumu..

otuzdört yaşında bir adam seslendi ardımdan,
ve açtı ellerini,
kocaman avuçları vardı
kocamandı sözleri
dev gibiydi
sanki yanımızdaki ağaçlar ondan küçük
dağlarla aynı boydaydı.
beni tek eliyle tutsa ve koysa omuzlarına
tüm bi yolu yürümekten kurtaracaktı
ve bir süre daha çizilmeyecekti
güneş görmemiş bacaklarım...

açtı ellerini
kocamandı avuçları,
dayadı birbirine ellerini,
daha da büyüdü avuçları,
yaklaştı suya
uzandı ve o yaramaz ilkokul çocukları birden uslandı,
her biri bir oyun bahçesinde toplanır gibi toplandı aynı yere,
yaklaş dedi dağ gibi adam, tüm heybetiyle...
ağaçlar arasından esen rüzgarın ıslık sesi gibi yumuşacık geldi durdu kulağımdan,
ve kuş tüyü yastığa süzülür gibi koydu başını başıma,
salıncağa bindirmek için yasladım dudaklarımı avuçlarına,
doldurmuştum ağzımı suyla
ve dindirmiştim ikinci seferde susuzluğumu...
dağ gibi adam tam otuz dört yaşındaydı
ben ise üç bilemedin dört.
şimdilerde çok oldu avuçtan su içmeyeli,
ve dayamayalı dudakları susuzluğa hasretle,
yerini bardaklar aldı saklamalık damlaları hep bir esaret ve hep bir bekleme ile...

çok mu aşk adamıyız dedi bardak,
anlamadım gitti...

belki bundan besleniyor ruhumuz
ve susuyoruz bir temmuz akşamında dedi diğeri,

bence de öyle
ama kendimi çok mutlu hissediyorum dedi bardak,

suya kanar gibi aşkla sarılıyoruz hayallere
ve dolup taşan yalnızca bize kendini bırakan yalnızlığımız dedi diğeri.

ışıklar kapandı,
esaret baki kalmıştı.,
avuçlar hasret,
susuzluk bir daha ki sefere kadar dinmişti.

çocuk hala,
suya kanar gibi aşkla sarılıyordu hayallere...

5 Temmuz 2009 Pazar

Küçük Gün Işığı...


'Üzgünüm bugün, asıl en üzücü tarafı ise üstelik hiç bir sebep yokken.' dedi adam ve ekledi karnım aç olduğu için üzgün olabilirdim bir bebek gibi, oldum da zamanında.

yahut oyuncağım kırıldığında dünyanın en büyük derdi buymuş gibi üzgün olabilirim, oldum da.

Bir başka şehire taşınıp her şeye sıfırdan başlarken misal, yalnızlık doldurup sırt çantama, yeni okullara adım atmanın tedirginliğide üzmüş olabilirdi beni, kimbilir belki oldu da...

Kalbimin kırılmasına aldırış etmediğim zamanlarda, tekrar onarılmasına izin verdiğim anlarda hiç bir şeyin eskisi gibi olmayacağını bilmenin üzgünlüğü de olabilir bu, oluyor ya...

Sıcacık bir gülümsemenin ardında tutsak kelimelerin üzüntüsünü de paylaşmış olabilirim, paylaşmak hep güzeldi, paylaşamamanın üzüntüsü de olabilir öyleyse, öyledir ya...

Kırık bir şarkının, bir yaz rüzgarının, mavi gögün altında uzanmanın, peşini hiç bırakmayan ve geçmiş gibi bacaklara takılan kumların da üzüntüsü olabilir bu, bir daha yaşanmayacağını bilmenin o anın ve şimdiden özlemek çakıl taşlarının hep denize bakan yüzlerini...

üzgündür akşam vakti güneşe sevdalı gündöndü çiçekleri, ay ile avunur dertleşir kelimeler, güneşin kulağına bir vakit gider diye hep içten söylenir en etkili sözler...

ya duyamazsa, ya bilmezse üzüntüsü ve hep bir şeylerin yanlış olduğu hissi...

Üzgünüm dedi adam, hiç bir sebep yokken hemde, asıl en trajik yanı bu olmalı...

küçük bir günışığı, doğruca pencereden vuran, kitabımın üstüne, elim kalem tutmuyor çokçadır ve dilimde hep aynı dolanıyor kelimeler...