23 Mart 2009 Pazartesi

güz çiçekleri

Bir satırla anlatılır bazen istenen, bazen sayfalarca dökülür kelimeler bir ırmak gibi denize. Bir kaç kişi çok ötesine taşır anlamlar, bir denizi çizebilir güneş tepesinde ve bulutlardan sıyrılmış bir öpücük gibi sevgiliye konan. Martıları ve balıkları aynı karede resmedebilir, görünen rüzgarları bulut yapabilir ve bunlar hepsi gerçekte olmasa bile biz tümüne bir çırpıda inanırız. Böyle bir kanmak hikayelere, bir gün batımı gibi umutla süslü kalp çırpıntısı...

Pablo Neruda'dan söz etmek gerek bu noktada, takvim yapraklarının 1904 ile 1973 arası gösterdiği vakitleri ve çok ötesini anlatan Şili'li büyük şair.


1974 nobel'e layık görülmüş bir diplomot aynı zamanda. Bir diğer gözle bakıldığında gezgin dünya hanında konaklamış bir yolcu;


bir gün bile uzak olma gün uzun
gün uzun anlatamayacağım kadar
trenler bir yerlerde uyuduğunda
insanlar garlarda nasıl beklerse, öyle beklerim seni

bir saat bile gitme gidersen uykusuzluk
damla damla birikir o saatte
ve bir evi arayan bütün duman
yitik yüreğimi öldürmeye gelir belki de

kırılmasın kumun üstünde görüntün
göz kapakların bensiz uçmasın
bir dakika bile gitme sevdiğim

bir an
bile uzaklaşsan
dünyayı dolaşırım yalvarmak için sana
ya dön ya da bırak öleyim diye.

“benim hayatım, bütün hayatlardan oluşmuş bir hayattır; bir şair hayatıdır, demiştir.

Çokta güzel demiştir kendini tanımlamış göçüp gitmiştir.

kendini o kadar iyi anlatmıştır ki tarif için kullanılacak sözcük bulmak zorlaşır.

Bir ağacın dalında duran kiraz taneleri gibi bir dostu da vardır Türkiye'den.

Pablo Neruda denildiğinde ona değinilmeden geçilemez zaten.

Siyasi anlamda aynı kaderi paylaşmışlardır,

aynı yola düşmüş tek bir dalda iki kiraz tanesidir onlar

ve o öldüğünde arkasından şu şiiri yazar Neruda;

niçin öldün ?
ne yapariz simdi biz
sarkilarindan yoksun?

nerde buluruz baska bir pinar ki
orda bizi karsiladigin gülümseme olsun?

seninki gibi atesle su karisik
aciyla sevinç dolu
gerçege çagiran bakisi nerde
bulalim?

kardesim,
öyle yeni duygular, düsünceler yarattin ki
bende,
denizden esen aci rüzgâr
kapacak olsa bunlari
bulut gibi, yaprak gibi sürüklenir
yasarken seçtigin
ve ölümünden sonra sana barinak olan
oraya, uzak topraga düserler.

al sana bir demet sili kasimpatilari
al güney denizleri üstündeki ayin soguk parlakligini,
halklarin savasini, kendi dövüsümü
ve yurdumun kederli davullarinin boguk
gürültüsünü
kardesim benim, dünyada nasil yalnizim sensiz,
çiçek açmis kiraz agacinin altinina benzeyen
yüzüne hasret,
benim için ekmek olan, susuzlugumu gideren, kanima
güç veren
dostlugundan yoksun.

hapisten çiktiginda karsilasmistik seninle,
zorbalik ve aci kuyusu gibi los hapisten,
zulmün izlerini görmüstüm ellerinde,
kinin oklarini aramistim gözlerinde,
ama parlak bir yüregin vardi,
yara ve isik dolu bir yürek.

ne yapayim ben simdi?
tasarlanabilir mi dünya
her yanina ektigin çiçekler olmadan
nasil yasamali seni örnek almadan,
senin halk zekani, ozanlik gücünü duymadan?
böyle oldugun için tesekkürler,
tesekkürler türkülerinle yaktigin ates için.

yorumsuzdur.


Çeşitli siyasi görüşlerinde bir hükümlü, sorgulanan tartışılan bir isim o,

şu an onun siyasi düşünceleri zerre kadar umrumda değil

ve bundan da bahsetmek gelmiyor içimden,

ben şuan onun kelimeler ile yaptığı

sanatın resmine bakmak istiyorum doya doya...

hayranım öpüşlerde paylaşılan sevdaya,
döşekte ve ekmekte paylaşılan.
sevda bu, kimi sonsuza uzar
kimi bir yıldız gibi kayar.
sevda özgür olmalı ki,
dönüşebilsin sevgiye.
sevda kutsallaşır yakınlaştıkça,
kutsallaşır uzaklaştıkça.

Ve evet işte bunlardır zamanı anlatan ve değerli kılan.

Bir saat gibi geçip gideni gösteren sayılardan çok kelimeler ile işlenmiş kum tanelerini zaman kabul ettirmiştir Neruda ve bir kiraz tanesi gibi ilkbaharda açan ve satır aralarına gizlenmiş hep sonbaharı anlatan.



20 Mart 2009 Cuma

les temps modernes

modern zamanlar...

“ne demeye anlam arıyorsunuz? hayat, anlamlardan değil tutkulardan oluşmuştur.

Charli Chaplin ile başlamalı anlatmaya, Londra'nın taşra olarak tanımlanan fakir bölgesinde dünyaya geldi, büyümeye başladı, çocukca oyunlarını oynadı, 1914'teki ilk filmi Making A Living kadar da hala oyun oynuyordu belki, aslında o film de bir oyundu. Ardından $arlo geldi. O hepimizin bildiği kıyafetleriyle özdeşleşmiş karakter artık bir model olarak karşımızdaydı. Sonra sessiz sinemanın doğuşu, kısa filmler, uzun filmler, komik hareketler, anlamsız sözlü şarkılar... bu görünen yüzüydü ardında muhteşem dokundurmalar, sistemin maydonoz kılıklı çarklarına sıkılan limonlar ve tebessümlü yüzlerde evet ya bakışları...

Filmlerinde dönem koşulları için imkânsız görülebilen mizansenlere, koreografilere ve akrobatik hareketlere yer veren Chaplin, komedi sinemasının bütün örneklerini sonuna kadar korumakla birlikte, heyecanın ve hareketin asgari düzeye çekildiği sahnelerinde ise dramatik yapısını sergileyebilmiştir. Popülist yaklaşımlara, hiçbir zaman benimsemediği bazı yönetim biçimlerine ve teknolojiye yönelik ağır eleştirilerini ise yine bu komedi tarzının içinde eritmiş ve sessizce seyirciye ulaştırmayı bilmiştir.
The Immigrant filminde bir ABD memurunu tekmelediği sahne ve son olarak Altına Hücum filmindeki bazı sahnelerin komünizm propagandası olarak yorumlanması gibi olayların etkisiyle sözde bir başarıya ulaştı ve Chaplin'in ABD'ye girmesi yasaklandı. Bunun üzerine karısı ve çocuklarıyla birlikte hayatının sonuna kadar yaşayacağı İsviçre'ye yerleşen Chaplin, ancak 1972 yılında Oskar Özel Ödülü'nü almak için yıllar sonra ABD'ye geri döndü. Takip eden yılda City Lights adlı filme bir kez daha Oscar ödülünü kazanmıştır. 1975 yılında 86 yaşında iken İngiltere Kraliçesi II. Elizabeth tarafından şövalye unvanına layık görülmüştür.

Modern;
Bugün. Şuanın normlarına uygun.sözlük anlamı en basit ifadeyle bu. peki kimin şuanı o zaman? senin benim yahut öbürünün, içinde bulunduğumuz toplumun oluşturduğu tanımlanmış zamana uygunluk.
Yeri gelmişken değinmeden geçemeyeceğim, Uğur Gürsoy'un bir karakatüründe kapıyı çalan delikanlı ile kapıyı açan bir başka delikanlı tiple konuşmaktadır. Kapıyı açan pijamalı bir tip, kapıyı çalan ise kravaltlı desenli ceketli bir tiptir aralarında şu konuşma geçer;

kapıyı çalan; ahlak denilen şey toplumlara ve zamana göre çok değişen bişiy.bunu bir sürü kitap filan yazıyor,bilimadamları ha keza... şu anda ahlaksız bulduğumuz bir şeye 20 yıl sonra gülüp geçeceğiz kim bilir?...

kapıyı açan;seninle öpüşme istemiyorum lan! sktir git burdan!... kafamı karıştırıp durma artık benim!

kapıyı çalan: ama bak bilimadamları diyorum 20 yıl sonra gülüp geçicez diyorum!

kapıyı açan: ...

işte modern tam olarak böyle bir şey değildir.

Ama komik diye yazdım.*

Zamanlar;
işte zaman da elimizden akıp gittiğini bilmemize rağmen sürekli akanlara baktığımız süreçtir.
bunun ikisini bir araya getirince nasıl bu kadar eleştirel dünyanın örgüsünü bu denli kavrayıp ortaya koyan bir film çıkabiliyor ve günümüzde elinde hiçbir talep gücü barınmayan işçiler ordusunu dönemi itibariyle bu şekilde anlatabiliyor işte bunu başaran bir yapıttır orjinal adıyla modern times.
günümüzde özellikle tekstil işçileri için çalıştıkları yerde gidecekleri tuvalet zamanının bile sınırlandırıcı projelerin destek görmesi ve bunun hiç bir hukuki dayanağı olmamasına rağmen pazarlanması ve talep görmesi ayrı bir tartışmanın konusudur.
bu filmde dişliler arasına sıkışan işçiye yemek saatinde yemek yedirmeye çalışan charli chaplin o zamandan buna yaptığı gönderme ise ayrı bir komedidir. gerçekten komedi(!)
günümüz krizinde en büyük emeği çalınan kesimlerin beyaz yakalı olarak tabir edilen iyi eğitim görmüş kesim olarak tespit edecek olursak -ne mutlu ki tespit yaptık- durum komediden bir trajedi halini almaya başlamaktadır.
peki tespit ardı çözüm mekanizması çalışacak mı, sanıyorum sıkılan vidaların tornavidası değişmeli. ama kim nasıl işte burda merak devreye giriyor. ama merak etmiyorum çünkü sonum merak kediyi öldürür sözünde ki kedi gibi olsun istemem doğrusu hangimiz isteriz ki der topu kötü kedi şerafettine atıyorum. şerocuğum adına şarkı da yazıldı nil tarafından, afiyet olsun, duydum ki cihangir de iyi mama veriyorlar tosun gibi olmuşsun, toplandık geliyoruz o mamadan bizde faydalanalım diyoruz. sevgi ile kucaklaşıyoruz...

peki neden başlık fransızca onuda işçiler, sanayi devrimi, fransız devrimi diye özetleyelim. ya da özetlemeyelim yok canım yok geçti diyelim ya da demeyelim bilemedim şimdi.

ayrıca hem ne demiş komik insan(!) $arlo ;

“ne demeye anlam arıyorsunuz? hayat, anlamlardan değil tutkulardan oluşmuştur.

18 Mart 2009 Çarşamba

Yaz gecesi rüyası

Bir mum alevinde tutuştu kağıtlar, ıslaktı gecenin dokusu, dilim dilim doğranmıştı düşler.
Ve bir and iliştirilmişti köşesine çıplak ve nemli duvarların;

yel eser, umutlar savrulur gider;
sensiz, bensiz kalır bağlar bahçeler;
altın gümüş nen varsa harcamaya bak!
ölür gidersin, düşmanın gelir yer.

Zaman bir uyku gibi gözlerde geçerken geride hatıra bıraktığı çizgilerdir yaşadık saydıklarımız, aynı duvara atılan çizikler gibi kimi derinden geçer cız eder izi kalır, kimi şöyle bir sıyırır vız gelir tırız gider;

bu gün,
benim gençlik nöbetimdir,
aşk şarabı içerim.
zira benim mutluluğum bundandır.
acıdır diye kötülemeyiniz,
o, hoştur.
onun acılığı,
benim saflığımdandır.

Niceleri geldi o gecenin alevinde, ışığa yönelen çeşit böcek gibi, kimileri dert oldu çöktü kaldı eriyen mum gibi, kimileri uçtu gitti yel gibi, adı yeni bir bebeğe isim konulur gibi konuldu, umut oldu;

eğer, bir yabancı
sana vefakarlık ederse
onu akrabadan kabul et.
eğer; akraban sana
vefasızlık ederse
onu düşman kabul et.
eğer, zehir sana
şifa verirse panzehir say.
eğer bal seni hasta ederse
arı soktu kabul et.

Bir mum alevinde tutuştu kağıtlar, ıslaktı gece, soğuktu odalar. Üşüyen ellerdi geçmişi sayfa sayfa açtıkça, bırakalım bari gönül ısınsın onun adını andıkça.

sevgili, seninle biz bir pergel gibiyiz
iki basimiz var, bir tek bedenimiz
nereye donersek donelim seninle
nihayet basbasa verecek degil miyiz…

O andı işte tam o an, yine kum dolu ayakkabılardan dökülen ay alıp başını gidecek, denizler sessizce güneşi çağıracaktı.

varlık yokluk derdini şu kafandan sil
bırak densiz işleri de kendini bil
gerin şöyle oh derin nefes al
kaç nefes alacağın belli değil.

Bu gece yıldızlar mı çoktu yoksa, toplanmışlar gökyüzüne her biri beni mi izliyordu, gölgem en son hangi duvara vurdu kendini, bilsem bırakmazdım okuduğum kelimeleri, kimi biraz onda kimi biraz bunda takıldı kaldı, uzaktan bakınca kuru bir ağaç dalında ki yaprak gibiydi her biri.

yarım somunun var mı, bir de ufak evin?
kimsenin kulu, kölesi değil misin?
kimsenin sırtından geçindiğin de yok ya
keyfine bak... en hoş dünyası olan sensin
insan yemeden, içmeden edemez
bunlar için gayret sarfetmene bir şey denemez
ama ondan ötesi olmuş, olmamış
onurundan fedakarlık etmeye değmez
dedim artık bilgiden bir noksanım yok
şu dünyanın sırrına erdim az çok
derken aklım geldi birden başıma
bir de baktım ömür geçmiş hiç bir şey bildiğim yok
gençlik bir kitaptır, okuduk bitti
canım bahar çoktan geçti - kış şimdi
hani sevincim, o cıvıl cıvıl kuş?
nasıl geldi, ne zaman uçtu gitti?

Hala karanlıktı gece, dönüş vaktiydi. Dost sohbetiyle aydınlanıyordu yollar, ve biliyordu her nasılsa ayaklar gideceği yeri. Çokça vakit geçecek idi bugünün üzerinden, varsın geçsin, dönüp, dönüp nasılda yaşanılıyor yine.

Kulaklarda gitar tınıları, bir savaş veriyordu güneş gece ile, kazanıyordu biri her seferinde, üzülüyordu diğeri. Böyle miydi sahi hep yaşam, bunca geçip gidenler hiç ders almamışlar mıydı, bugün varsın, yarın yoksun, sen kimsen oydu karşındaki de.

İşte, bir yaşam adamı Hayyam, bazen bir matematikçi oldu binom açılımında. Bazen yasak oldu sürgün ellerde. Bazen duvarda asılı durdu gölgesi, bazen gölgesi, taşın kendisi oldu. Ozan oldu gül çehrelerde denize yansıyan. Ah şu karşı kıyılardan bir nefes oldu.
Aşık oldu, kul oldu. Aşka geldi kül oldu. Gezgin oldu Semerkant’dan düştü sefere, rubailerini dizdi yol etti kendine. Zengin oldu bir bağ bozumunda üzüm şişelerince hoş oldu ama hiç boş olmadı ve Sarhoş oldu gökyüzünü düşledikçe.

Tiyatroda oyun oldu şahları da vurdular. Kitaplarda konu oldu bazen yerdir, bazen gerdiler. Arada methiyeler de düzdüler. Düzmecelerde bilmece de oldu, bilmeceler de son ece de.
Farisi oldu dillerde, Ecnebiceye çevrildi adı kah oldu, şahtı şahbaz oldu.
Bağ oldu, bahçe oldu, yeşerdi üzüm oldu, güz oldu, söz oldu hep sonunda şarap oldu.

Ama en çok dost oldu bunları yazdırdı.

17 Mart 2009 Salı

Phoebus


Ah Zeus'un en deli oğlu Apollon, asiliğin güneşe hükmetmekten daha mı güçtü ve sanatın ve geleceğin tanrısı olmak kolay mı sandın? yahut Daphne'ye olan aşkın yaklaşabilir miydi güneşe?


Mitolojiye göre Zeus'un Heradan oğlu Artemis'in ikiz kardeşidir, Phoesbus.
yunan mitolojsindeki en önemli tanrılardan biridir. Kıta Yunanistan'a özgü bir tanrı olarak kabul edilirken, yapılan araştırmalar Apollon'un artık Anadolu kökenli bir tanrı olduğunu ortaya koymuştur.Apollon kelimesi de Yunanca değildir. Azra Erhat, Apollon'un asıl doğum yerinin Anadolu kıyıları yani Lykia ve özellikle doğduğu kentin Patara olduğunu belirtmektedir. İlyada'nın bazı bölümlerinde Apollon, Lykegenos sıfatıyla da anılmaktadır. Likyalı anlamına gelen bu sıfat onun Likya bölgesiyle bağlantısını gösterir. Adına birçok tapınak yapılmıştır bunlardan biri Didim dolaylarında bulanan apollon tapınağıdır.

Nietszche felsefesinde apollon'a, dionysos'un tam zitti bir rol verir, onu düzenden ahlaktan benzeri şeylerden sorumlu tutar,friedrich wilhelm nietzschenin felsefesinde apollon(denge, duzen) arasina yerlestirdigi bir yunan mitolojisi tanrisi olarak tanımlar. Nietszche'nin aklı temsil eden kavramıdır, karşıtı dionysos'tur, yani duyguları ve içselliği.
Apollon çeşitli özelliklere sahip olsa da tasvirlerde genellikle tek bir biçimde gösterilir. Güçlü ve ideal fiziğiyle genç erkek güzelliğini temsil eder ve genellikle çıplaktır.

Efsanelerde Apollon'un aşkları da önemli yer tutmaktadır. Bunların en ünlüsü Daphne'dir.Ancak Daphne ona yüz vermez. Apollon'dan korkup kaçar ancak ondan hızlı olan Apollon koşarak kızı yakalar. Athena gibi bakire kalmaya yemin eden Daphne bunun üzerine kendisini saklaması için toprağa yalvarır, bu isteği kabul edilir.Vücudu bir defne ağacına, saçları güzel kokulu yapraklara dönüşmüştür. Bu duruma çok üzülen Apollon defneyi kutsal ağacı yapmış, ünlü ozan ve savaşçıları defne yapraklarından yapılmış taçlarla onurlandırmıştır.

Ah Phoebus Ah, kolay mıydı Zeus'a direnmek ve aşık olmak daphne'ye,

ve yitirmeden aklı sarıp sarmalanmak kutsal dallara

fırtınaların arasında sığınmak notalarca yağan yağmurlara,

bir şiir yahut masaldı oysa ki anlatacağın o ağaca.

Romalı Agustos tarafından, palatium sarayında, roma tarihinin 725. yılı kurulan apollon mabedi için yazdırıldığına rivayet edilen şiirde şöyle anlatılır aynı zamanda müziğin sihirli notalarına hükmeden Apollon için;

quid dedicatum poscit apollinem
vates? quid orat de patera novum
fundens liquorem? Non opimae

sardiniae segetes feracis,

non aestuosae grata calabriae
armenta, non aurum aut ebur indicum,
non rura, quae liris quieta
mordet aqua taciturnus amnis.
premant calenam falce quibus dedit

fortuna vitem, dives ut aureis
mercator exsiccet culillis
vina syra reparata merce,
dis carus ipsis, quippe ter et quater
anno revisens aequor atlanticum
inpune. me pascunt olivae,
me cichorea levesque malvae.
frui paratis et valido mihi,
latoe, dones et precor integra
cum mente nec turpem senectam
degere nec cithara carentem.


şair, mabedin adak ocağı önünde apollon'dan ne ister? testiden şarabı dökerken, ne ister? semiz ve bereketli sardinia'nın taşkın ürünlerini değil; kızgıncalabria 'nın güzel sürülerini değil; ne altını, ne hind 'in fil dişini, ne sessiz ırmağı, liris 'in, durgun sularıyla dişlediği tarlaları.. varsın talihin lütfüne nail olanlar calena bağlarını istedikleri gibi budasınlar, varsın zengin bezirgan suriye eşyası ile trampa ettiği şarabı altın kupalar içinde içsin.
ilahlar onu sevdiği için o, yılda iki üç defa, serbestçe atlas denizini görebilir.
bana gelince, bir parça zeytin ve hafif hindiba ve ebegümeci otları beni besleyip gidiyor.
ey latolia 'lı, bana yalnız benim olan şeylerin zevkini sürmek imkanını ver; daima, sana yalvarışım, kafam dinç olarak ayıp bir ihtiyarlıktan muaf kalabileyim ve kitaramdan mahrum olmayayım, diyedir.

Themistokles'in hukuk adına bağlı gözlerinden sonra bir övgü de zeus'un hükmedemediği oğluna.

Yazar'ın notu;
Nice metiyeler düzülen Apollon'un umrunda mıydı güç, gelecek ve güneş'e hükmetmek, eminim onun aklında yalnızca, daphne'nin gölgesinde yansımaktı denizlere...

14 Mart 2009 Cumartesi

Metrobüs İnsanları...

tren gelir hoş gelir...

bir anda her şeyi çok güzel yapan, bir çok insanı çok memnun eden ulaşım aracı. (!)

dünyanın her yerinde metrolar bir gelişmişlik göstergesi iken, üst gelir düzeyi insanlar için bile ilk tercih edilen araçken. bizde metrosu olmayan bus'un bu kadar sükse yaratması tam anlamı ile trajikomiktir.

metrobus şehri istanbulumuz'da sürekli kullananlar için geçerli olmak üzere üniversite öğrencileri, alt gelir grubu insanların tercihi olmaktadır. (iş bu yazıda, ülkemizde orta gelir düzeyi artık kalmadığı için değinilmemiştir.)

metrobus, bir alternatif, bir kolaylık olmaktan daha çok bir zorunluluk halini almıştır. genel çerçeveden bakınca zaman-emek hesabında bir avantaj sağladığı bir yere kadar kabul edilebilirken, en temel normlarını düzenleyememesi ise tam anlamıyla ayıptır.

bir metrobus durağına ulaşabilmek için en yalınından bir giriş çıkış olmak zorundadır lakin bizde öyle bir düzenlenmiştir ki, buradan çıkış yok tribün felsefesi ile hareket edilmiştir.

tam bu noktada bir anı ile sizi başbaşa bırakayım sevgili okur;

tarih:13 mart 2009

yer: mecidiyeköy metrobus durağı.

saat: 19.30 suları.

metrobüse eskaza binebilen şahıs, kalabalık bölümlerde buğulu camlarından hangi durakta olduğunu anlama gayreti ile beyin hücrelerine fazla mesai yaptırmaktadır.

ulan nerdeyiz ya, yok be daha perpa ama otobüs durakları değil mi şu hahanda hissediyorum rabbime sorayım mecidiyeköy mü? bi başımı uzatım kapıdan aman ya, burasıymış ineyim. düşünce baloncukları eşliğinde inilir evet neyse ki doğru duraktır ama bi saniye çıkış sol taraf ama bu kalabalık? aman tanrım bir şey mi oldu acaba. inşallah kimseye bi şey olmamıştır. o da ne? herkesin suratında kauçuk bir gülümseme var. ne diye peki bu kalabalık? niçin bu ifade?

neden insanlar sağ tarafa doğru gidiyor ordanda mı çıkış var bi sn aslında olmalı ama malesef yok. işin akıbeti anlaşılmaya başlanıyor, yaklaşık en kötü tahminle 1000 (yazı ile, bin) kişi yukarı çıkmaya çalışıyor iyide aynı sayıda aşağıya inmeye çalışan o merdivenleri kullanmak zorunda insanlar var, içine girdiğin küçük kaygan deliği kocaman bir dünya mı sandın sözleri aklıma geliyor o an, ya sırası mı şebnem ferah diyorum ve atıyorum kafamdan bunu hemen, iyide burdan çıkış yok, nasıl olacak kimsede yukarı çıkamıyor.

ama buna rağmen çıkan tek şey benim sinirim. yahu bu ne rezilliktir. insanların büyük çoğunluğu isyan etmesi gerekirken bu saçmalığa bu onursuzca duruma lan bu ne ya demesi gerekirken, herkesin yüzünde yine o sinir bozucu kauçuk ifade, gülümseme var. acaba kötü bir rüya mı görüyorum diye düşünürken önde bir guru görüyorum öncü birlik gibi karşıdan hızla gelen metrobüse aldırmadan ilerliyorlar. kayışı kopartıp onlara takılıyorum ardımdanda bir sürü insan devam ediyor. takip ettiğim kişiler bir anda e-5'in ortasında yavaşlamış trafiğin arasından karşıya geçiyor. bir arkadaşım ekolüde peşinde.* sonra sonra aşağı iniş yok yine bariyerlerden 5'e basılmış hugo gibi zıplanıyor ve kadın, çoluk, çocuk çamurun içinde yokuş iniliyor.

hava kurşun gibi ağır, yağmur bardaktan boşanırcasına. çamurlu ayak izleri kalıyor geride mecideköy metrosuna ilerlenirken. o çamur bir iz bizden, aynı insanlarımız gibi kauçuk ifadeli yüzleri yansıtıyor.

artık buna kızamıyorum bile. bu bir kabus olmalı. yazık. yazılı düşünce baloncukları beliriyor o sıra tepemde, elime bir iğne alıp patlatıyorum o balonları, tv.de görmüştüm bir büyükte(!) öyle yapıyordu bir bildiği vardır diyorum. ıslak yolların ıslak düşünceleri ile yola devam ediyorum, durmuyorum(!)

bizi bu duruma düşürenlerde, bu durumu dünyanın en önemli hizmeti diye gösterenlerde bu güne kadar insanlığın gelişimi için çalışmayan tüm zihniyette ki belediyelere tek kelime ile yazık dedirtendir.

metrosu olmayan otobüstür efendim metrobus. ya da inişi olmayan çıkış yahut çıkışı olmayan iniş.

kısa sürede yol aldıran ama uzun süre seni durağında konuk edendir.














''paris'in meşhur metrosu''

7 Mart 2009 Cumartesi

Hikayemiz...

Herkesin bir hikayesi vardır, kimi entrikalarla dolu bir yaşamdan bahseder namına, kimi sönüktür suskundur yabanlara.

Kimi umuttur bir bulut gibi yukarılarda dolanır kimi unutmuştur en son ne için yaşadığını ve savaştığını yarınına.

Kimi yeşildir kırların ortasında bir ardıç gibi gülümser. Kimi mavidir deniz kıyısına çakıl taşları vurur.
Kimi güneştir, toprak için güler, yalnızca bir fidan için bile doğuş savaşı verir gece ile.

Kimi sırça köşklerde yunus balıklarının suya dalışları gibidir, yalnızca su sıçratır etrafına, kimi dev gibi balıkların arasında gizlenen minik bir karabalıktır büyükşehirlerin kirlettiği deniz sularında.

Kimi bahardır, telaşlı umutlu en çokta gülümseyen sebebsiz. Aşk gibi.

Kimi kıştır, titrek bir mum alevinin aydınlattığı odaya, pencere aralığından giren soğuk gibi.

Kimi puf yorganların içinde gömülü bir çocuk uykusudur. Kimi yapağı döşeklerin yere serildiği, soba kenarı en çok kömür birazda kestane kokulu masum uykulardır.

Kimi yorgunluktan kapanan gözlerdir, kimi hüzün sızan mutluluk beklentili gözler... Kimi ise, her şeyi duyan fakat hiç görülmeyen...

Kimi bir kardeş sevgisidir, kıskanç ve korumacı ve sert ve mert ve de ay gibi her gece üzerine titreyen. Kimi yalnızlığın ıssız uğultusu bir şair kaleminde.

Kimi müzikti doğayı dinledi,kimi ressamdı insanı resmetti. Kimi bir kuş kanadından ibaretti hep çok uzakları düşlerinde çırpındı kanatları. kimi tutsak oldu ama en çok kendi esaretinde.

ve kimi satır sonların bir hüsnü arkan sözleri iliştirdi müziği hep takılı bir plak gibi kafada,

bugün bir çakıl taşı buldum denizde
ne senin taşın
ne benim taşım
köpükler içinde

daha yoktuk biz
sen yoktun
ben yoktum
deniz yoktu
bir mavi göğe açılırdı kolları
tanrıların da

gülerdi toprak
gülerdi su

yeşil doğdu sonra
ve ardıç
ve zeytin
bir midye içinde doğurdu bizi deniz kıyısına

gülerdi toprak
gülerdi su

ama en çok umut olmalı kuru dallara inat, hayat özetlenmez hiçbir zaman tek bir kelime ile, öyle olsaydı bunca sıfat isimleri, isimler zarfları,özneler yüklemleri, kovalar mıydı bir ömür ve bir başka...

2 Mart 2009 Pazartesi

creemos en los sueños

creemos en los sueños

buena vista social club

Küçük bir yolculuğa çıkalım, bavula dahi gerek yok, duyularınız adına bir an için durup kendimizi hissedelim. Hızla giden zamana inat bir süre akrep ve yelkovanı tarafımıza çekelim...

Gözlerinizi kapatın, ahmet çakar moduyla sesleniyorum şu an. Gözlerinizi kapatın. Kendinize bir bilet alın araç kullanmanıza gerek yok. bilet sadece sizi yolcu olarak tanımlayacak kağıt parçasıdır. evet yolcu ve yabancısınızdır artık. en sağlam düğümlerle kendinizi bağladığınız o ipleri kopartacak cesarete hiç sahip olamadığınız kötü günler geride kalmaya başladı bile. şimdi yolculuk vakti...

sıcak memleketlerin sıcak havasının iyot kokulu denizlerinden esen meltemlerle dans zamanı. ritimleri bilmenize gerek yok müzik size istediğinizi verecek, tüyleriniz ürperecek öncelikle, sonra akışına bırakmak için düşünmenize fırsat bulamadan dans ediyor olacaksınız. öyle bildiğiniz dans gibi dans değil bu. yani kendinizi garip şekillere sokmayacak, utanmayacaksınız. yapacağınız şey ilkbaharda yeni yeşeren bir ağacın dallarına sevgilinin parmaklarından ilk dokunuş gibi tutunup salınacaksınız boşlukta hepsi bu.

her seferinde tanıdık gelecek notalar. işte burası benim evim diyecek kadar çabucak bağlanıp derin derin içinize çekeceksiniz hayatın.

hayatın zorluklarıyla yıkanmış bünyelerin hayatın güzelliklerini size sunmalarını bekleyin. sıcacık bedenlerin üzerine yağan yaz yağmurlarının neler hissettirdiğini hatırlayacaksınız. bırakın birbirine girsin çalgıların eşsiz ritimleri, bırakın daha yüksek tonda söylesin o esmer tombul kadın.
ince belli kıvrak figürler ile salınsın çilek kokulu, çiçekli elbiseler.

En güzel tanım yine küba sokaklarından geliyor;

creemos en los sueños

yani;

Biz hayallere inanırız.

Manuel Galban,gitarı klavyeyi alıp gelecek. Cachaíto Lopez, double bass ile çoşkuyu körükleyecek, Manuel Guajiro Mirabal trompeti ile ritimleri dansa kaldıracak.
Ibrahim Ferrer
ismini bir kez daha size duyuracaklar. ve diğerleri ile tanışmış olmaktan mutlu olarak gözlerinizi açacaksınız.

Hoşgeldiniz.
Peki,
Bir daha?

Bilmeyenlere not, Üstelik bu müzikleri dedelerimiz yaşta insanlar yapacak. Bir çoğu zaman kavramına inat sürdürüyorlar yaşamlarını, direnmeye devam ediyorlar ellerinde puroları ve gözlerinde gülümseyen pozları.

Kıssadan Hisse...

Bir üniversite profesörü öğrencilerine şu soruyu sorar;
“Var olan her şeyi Tanrı mı yarattı?”
Bir öğrenci ayağa kalkar ve cevaplar.
“Evet, her şeyi Tanrı yarattı!”
Profesör sorusunu yineler ve öğrenci yine “Evet efendim” diye cevaplar.
Profesör devam eder.
“Eğer her şeyi yaratan Tanrı ise, şeytan var olduğuna göre şeytanı da Tanrı yaratmış olur. Çalışmalarımızda uyguladığımız kesinleştirme prensibine göre de Tanrı şeytandır.”
Öğrenci böyle bir önerme karşısında şaşırır ve yerine oturur.
Bu arada başka bir öğrenci ayağa kalkar ve “Bir soru sorabilir miyim profesör?” der.
Profesör sorabileceğini söyler.
Öğrenci “Soğuk var mıdır?” diye sorar.
Profesör; “Nasıl bir soru bu böyle, tabii ki vardır” diye cevaplar. “Sen hiç soğuktan üşümedin mi?”
Öğrenci “Aslında, fizik yasalarına göre soğuk yoktur; yaşamda/gerçekte biz soğuğu sıcaklığın yokluğu olarak düşünürüz. Herkes veya nesneler o enerji oradaysa veya bir şekilde enerji iletiyorsa onu deneyimler. Örneğin, Absolute 0 (-273 derece C) sıcaklığın kesin yokluğudur. Soğuk yoktur, o yalnızca sıcaklığın yokluğunda duyumsadıklarımızı tarif etmek için yarattığımız bir kelimedir” der ve devam eder.
“Profesör, karanlık var mıdır?”
“Tabii ki vardır.”
“Korkarım gene yanılıyorsunuz efendim. Çünkü karanlık da yoktur. Yaşamda/gerçekte karanlık, ışığın yokluğudur. Biz ışık üzerinde çalışabiliriz ama karanlığı çalışamayız. Gerçekte, biz Newton'un prizmasını kullanarak beyaz ışığı kırar ve renklerin çeşitli dalga uzunlukları üzerinde çalışabiliriz. Ama karanlığı ölçemeyiz. Bir basit ışık karanlık bir mekânı aydınlatarak karanlığı kırmış olur yani karanlığı geçersiz kılar. Siz belli bir mekânın/uzayın ne kadar karanlık olduğundan nasıl emin olursunuz? Işığın miktarını ölçerek! Bu doğrudur değil mi? Karanlık insanlık tarafından, ışığın olmadığı yer/mekân için kullanılan bir kelimedir. O zaman size son bir soru daha sormak isterim, efendim. Şeytan var mıdır?”
Bu kez profesör pek emin olamamakla birlikte cevaplar..
“Tabii vardır. Açıkladığım gibi, biz onu her gün, her yerde görürüz. O, dünyadaki işlenmiş tüm suçlarda, şiddette yer alır. Bunların tümü şeytanın kendisinden başka bir şey de değildir.”
Öğrenci itiraz eder.
“Şeytan yoktur efendim. Yani o kendi başına yoktur. Şeytan basit olarak Tanrı'nın yokluğudur. O aynen karanlık ve soğukta olduğu gibi insanın Tanrı'nın yokluğunu tarif etmek üzere yarattığı bir kelimeden ibarettir. Tanrı şeytanı yaratmadı. Şeytan/kötülük insanın tanrısal sevgiyi yüreğinde hissetmediği zaman yaptıklarının bir sonucudur. O, aynen sıcaklığın olmadığı yere gelen soğuk, ya da ışığın olmadığı yere gelen karanlık gibidir.”
Profesör kürsüdeki yerine çöker.
Genç öğrencinin adı Albert Einstein'dır.